Ulusların Düşüşü - Özet

Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un yazdığı Ulusların Düşüşü kitabı üzerinde epey çalışılmış bir kitap. Herkesin okuması gereken bir kitap olmamakla birlikte, kitabın içerisindeki bazı bilgiler varlık okuması noktasında her insana fayda sağlayabilir. Özetini yapmayı farklı bir zaman için düşünüyordum. Ancak Yüksel Çayıroğlu’nun kitaba daire kısa özeti denk gelince blog’a da eklemek istedim. Kitap 496 sayfa idi. Çoğunluk okuma fırsatı bulamayabilir ama alttaki özet önemli birçok noktayı öne çıkarıyor.

ÖZET


· Hem Mısırlılar hem de Tunuslular ekonomik sorunlarının temel nedeninin siyasal haklarının yokluğu olduğunu gördüler. Karşılaştıkları tüm ekonomik engeller, siyasal gücün küçük bir elit tarafından tekelleştirilip tatbik edilmesinden kaynaklanıyor.
· Mısır, halkın büyük çoğunluğunu hiçe sayarak toplumu kendi çıkarları için örgütleyen küçük bir elit tarafından idare edilmiş olduğu için fakir. Siyasal güç dar bir çevrede yoğunlaştırıldı ve eski devlet başkanı Mübarek’in 70 milyar dolarlık serveti örneğinde olduğu gibi, bu güç ona sahip olanlara büyük bir servet kazandırmak için kullanıldı. Kaybeden ise, şimdi bu gerçeği çok iyi anlayan Mısır halkı oldu.
· Büyük Britanya ya da Birleşik Devletler gibi ülkeler, yurttaşları gücü ellerinde tutan elitleri devirdikleri ve siyasal hakların çok daha yaygınlaştırıldığı; hükümetin yurttaşlara karşı sorumlu ve duyarlı olduğu; geniş halk kitlelerinin ekonomik fırsatlardan yararlanabildiği bir toplum yarattıkları için zengindirler.
· Demokratik ilkelere dayalı, siyasal gücün kullanımına sınırlama getiren ve bu gücü toplumun geniş kesimlerine yayan bir anayasa benimseyip uygulayan ülkenin Meksika değil de Birleşik Devletler olmasının bir tesadüf olmadığı aşikârdır.
· Devrimler, kamulaştırmalar ve siyasal istikrarsızlık, beraberinde askeri hükümetler ve çeşitli tipte diktatörlükler getirdi… Bu istikrarsızlık sürecine kitlesel baskılar ve cinayetler eşlik etti.
· Şili Ulusal Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu Raporu, 1973-1990 yılları arasındaki Pinochet diktatörlüğü sırasında 2279 kişinin siyasal nedenlerden ötürü öldürüldüğünü belirledi. Muhtemelen 50 bin kişi tutuklanıp işkence gördü ve yüz binlercesi işlerinden kovuldu.
· 1999’da Guatemala Tarihi Aydınlatma Komisyonu Raporu toplam 42,275 kurbanın ismini belirlese de başkaları Guatemala’da 1962-1996 arasında 200 bin kadar kişinin öldürüldüğünü ve bu cinayetlerin 70 bininin 2003’te yeniden başkanlık için yarışabilecek kadar büyük bir umursamazlık içindeki General Efrain Ríos Montt döneminde meydana geldiğini iddia ettiler; neyse ki kazanamadı.
· Eğer Meksikalı bir girişimciyseniz giriş engelleri kariyerinizin her aşamasında can alıcı bir rol oynar. Bu engeller arasında almak zorunda olduğunuz pahalı lisanslar, üstesinden gelmeniz gereken resmi formaliteler, yolunuza çıkan siyasetçiler, büyük şirketler ve çoğu kez, mücadele ettiğiniz büyük şirketlerle işbirliği içindeki bir finans sektöründen fon sağlamanın güçlüğü sayılabilir… Slim, Meksika kazandığı paranın büyük kısmını siyasal bağlantıları sayesinde elde etti.
· Zengin ülkelerde bireyler daha sağlıklı, daha uzun ömürlü ve çok daha iyi eğitimli. Tatillerden, kariyer seçeneklerine kadar, yoksul ülkelerin insanlarının ancak hayalini kurabileceği çeşitlilikteki imkânlara ve seçeneklere sahipler. Ayrıca zengin ülkelerin insanları çukurların olmadığı yollarda araç kullanır, evlerinde tuvalet, elektrik ve musluk suyuna sahip olmanın keyfini sürerler. Genellikle onları keyfi bir biçimde tutuklamayan ya da taciz etmeyen hükümetleri vardır; hatta tam tersine, bu hükümetler onlara eğitim, sağlık, yol, asayiş ve başka hizmetler verir. Yurttaşların seçimlerde oy kullanması ve ülkelerinin siyasal geleceğinde söz sahibi olmaları da dikkate değer bir olgudur.
· Ortalama bir Birleşik Devletler vatandaşının refah düzeyi, bir Meksika vatandaşınınkinden yedi kat fazladır. Peru ve Orta Amerika’daki emsalleriyle kıyaslandığında ise bu fark 10 katın üstüne çıkar. Bir ABD vatandaşı, Sahra-altı Afrika’da yaşayan ortalama bir kimseden yaklaşık 20 kat; Mali, Etiyopya ve Sierra Leone gibi Afrika’nın en yoksul ülkelerinde yaşayanlardan ise neredeyse 40 kat daha müreffehtir.
· Her toplum, devlet ve yurttaşların ortaklaşa belirleyip uyguladığı bir dizi ekonomik ve siyasal kuralla işleyişini sürdürür. Ekonomik kurumlar eğitim görmek, tasarruf edip yatırım yapmak, yeni teknolojiler geliştirmek ve hayata geçirmek vb. için gerekli ekonomik teşvikleri düzenler. İnsanların yaşamlarını hangi ekonomik kurumlarla sürdüreceğini belirleyen siyasal süreçtir. Bu sürecin nasıl işleyeceğini belirleyen ise siyasal kurumlardır.
· Örneğin, yurttaşların siyasetçileri kontrol edebilmelerini ve davranışlarına etkide bulunabilmelerini belirleyen, bir ülkenin siyasal kurumlarıdır. Bu da karşılığında siyasetçilerin –mükemmel olmasalar bile– yurttaşların temsilcisi mi olduklarını yoksa servet edinmek ve yurttaşların çıkarlarına aykırı düşen kendi çıkarlarının peşinden koşmak için, onlara emanet edilen –ya da gasp ettikleri– gücü istismar mı ettiklerini anlaşılır kılar.
· Kurumlar gerçek hayatta davranış ve güdüleri etkilediklerinden ülkelerin başarı ya da başarısızlıklarını biçimlendirirler. Bireysel yetenek toplumun her aşamasında önem taşır fakat pozitif bir kuvvete dönüştürülmesi için o bile kurumsal bir çerçeveye ihtiyaç duyar.
· Birleşik Devletler’deki eğitim sistemi, Gates ve onun gibilere yeteneklerini tamamlayacak özgün beceriler kazanma olanağı tanıdı. Birleşik Devletler’deki ekonomik kurumlar, bu adamların aşılmaz engellerle karşılaşmadan kolayca şirket kurmalarına olanak tanıdılar. Bu kurumlar aynı zamanda projelerinin finansmanını mümkün kıldı. Birleşik Devletler emek piyasaları kalifiye çalışanlar bulmalarını sağladı ve nispeten rekabetçi piyasa koşulları şirketlerini büyütme ve ürünlerini pazarlama fırsatı sundu. Bu girişimciler rüya projelerinin hayata geçirilebileceğine başından beri güven duyuyorlardı. Kurumlara ve bu kurumların meydana getirdiği hukukun üstünlüğüne güvenleri tamdı ve mülkiyet haklarının emniyetinden endişe etmiyorlardı. Son olarak, siyasal kurumlar istikrar ve sürekliği güvence altına aldılar. Her şeyden önce, bir diktatörün iktidara gelip oyunun kurallarını değiştirmeyeceğinden, varlıklarına el koymayacağından, hapse atmayacağından ya da yaşamlarını ve geçimlerini tehdit etmeyeceğinden emindiler.
· Bu kitap, bir ülkenin zengin mi yoksa yoksul mu olduğunun belirlenmesinde ekonomik kurumların kritik bir rol üstlenmelerine karşın ülkenin ne tür ekonomik kurumlara sahip bulunduğunu belirleyenin siyaset ve siyasal kurumlar olduğunu ortaya koyacak. Birleşik Devletler’in iyi ekonomik kurumları, nihayetinde 1619’un ardından yavaş yavaş oluşan siyasal kurumların sonucuydu.
· Günümüzdeki farklı kurumsal örüntülerin kökleri geçmişe dayanır çünkü toplum bir kez belirli bir biçimde örgütlendiğinde bu durum varlığını sürdürme eğilimi gösterir. Bu olgunun siyasal ve ekonomik kurumların etkileşim biçiminden kaynaklandığını göstereceğiz.
· Güç sahipleriyle toplumun geri kalanı, hangi kurumların yerinde kalıp hangi kurumların değiştirilmesi gerektiği konusunda çoğunlukla ihtilaf içindedirler.
· En yoksul 30 ülkeyi gösteren bir liste yaparsanız bu ülkelerin neredeyse tamamını Sahra-altı Afrika’da bulursunuz.
· 50 yıl geriye giderseniz en üstte ve en altta yer alan 30 ülkenin çok değişmediğini görürdünüz… 100 ya da 150 yıl geriye gidin, neredeyse aynı ülkeleri aynı gruplarda bulursunuz.
· Günümüzdeki dünya eşitsizliğinin büyük kısmı Sanayi Devrimi’nin ardından 18. yüzyılda ortaya çıktı.
· Dünya eşitsizliğini anlamak için öncelikle bazı toplumların neden çok yetersiz ve toplumsal açıdan sakıncalı biçimlerde örgütlendiklerini anlamamız gerektiğini savunacağız.
· İleride göreceğimiz gibi, bu ülkeler iktidardakiler yoksulluğa yol açacak seçimler yaptıkları için yoksuldur. Meseleyi hata ya da cehalet yüzünden değil kasten yanlış anlarlar.
· İktisat genellikle siyaseti göz ardı eder fakat siyaseti anlamak dünya eşitsizliğini açıklamak için elzemdir.
· Zenginliğe ulaşmanın bazı temel siyasal problemleri çözmeye bağlı olduğunu savunacağız.
· Ülkelerin ekonomik başarıları kurumlara, ekonominin işleyişini belirleyen kurallara ve bireyleri motive eden teşviklere göre farklılık gösterir.
· Güney Kore ve Birleşik Devletler’deki gibi kapsayıcı ekonomik kurumlar, bireylerin yetenek ve becerilerini en iyi şekilde kullanmaları ve istedikleri tercihleri yapabilmeleri için büyük halk kitlelerinin ekonomik etkinliğe katılmasına olanak tanıyıp teşvik sağlayan kurumlardır. Kapsayıcı olabilmeleri için, güvence altına alınmış özel mülkiyete, tarafsız bir hukuk sistemine ve herkesin mübadele ve sözleşme yapabileceği eşit şartlar sağlayan bir kamu hizmetleri hükmüne sahip olmalıdırlar. Ayrıca yeni iş sahalarının açılmasına ve insanların kendi mesleklerini seçmelerine olanak tanınmalıdır.
· Kapsayıcı ekonomik kurumlar refahın iki lokomotifine daha zemin hazırlarlar: Teknoloji ve eğitim. Bu nedenle ne Thomas Edison’ın Meksika ya da Peru’dan değil de Birleşik Devletler’den çıkması ne de günümüzde Samsung ve Daewoo gibi yenilikçi teknolojiler üreten şirketlerin Kuzey Kore yerine Güney Kore’den çıkması şaşırtıcı olmamalıdır.
· Mobutu (Kongo) doğduğu yer olan ülkenin kuzeyindeki Gbadolite’de kendisine büyük bir saray inşa ettirdi. Bu sarayın Avrupa seyahatlerinde kullanmak için sık sık Air France’dan kiraladığı süpersonik Concord jetinin inebileceği büyüklükte bir de havaalanı vardı. Avrupa’da şatolar satın aldı ve Belçika’nın başkenti Brüksel’de geniş araziler edindi.
· Kongoluların yoksulluğunu artırmak yerine onları zenginleştirecek ekonomik kurumlar tesis etmesi Mobutu için daha iyi olmaz mıydı? Mobutu ülkesinin refah düzeyini artırmayı başarsaydı daha fazla parası olmaz mıydı? Kiralamak yerine bir Concorde’u satın alamaz mıydı? Ya da daha fazla şatoya, malikâneye ve muhtemelen daha büyük, daha güçlü bir orduya sahip olamaz mıydı? Dünyanın pek çok ülkesinin yurttaşları için üzülerek söylemek gerekir ki, yanıt hayır olacaktır. Ekonomik süreçler için teşvik sağlayan ekonomik kurumlar, eşzamanlı olarak, elde edilen geliri ve gücü yağmacı bir diktatörü ve çevresindeki politik güce sahip diğer kişileri yoksullaştıracak biçimde yeniden dağıtabilir.
· Kongo’nun yoksulluğunun nedeni refaha giden tüm yolları kapayan, hatta aksi yönde yol alınmasını sağlayan sömürücü ekonomik kurumlardı. Kongo hükümeti yurttaşlarına çok az kamu hizmeti sunmuştu ve sunduğu hizmetler arasında güvence altına alınmış mülkiyet hakları ya da asayiş gibi en temel hizmetler bile yer almıyordu. Aksine, bizzat hükümetin kendisi yurttaşlarının mülkiyet ve insan hakları için en büyük tehdidi oluşturuyordu. Müreffeh bir ekonomi için hayati önem taşıyan, insanların mesleklerini ya da işlerini özgürce seçebildikleri bir serbest emek piyasası olmadığından kölelik kurumu en temel piyasa anlamına geliyordu. Üstelik, uzun mesafeli ticari faaliyetler kralın kontrolündeydi ve yalnızca onun maiyetindekilere açıktı.
· Her ne kadar “acınası yoksulluk” yaygınsa da, Kongo’nun sömürücü kurumlarının kendi içinde kusursuz bir mantığı vardı: Siyasal gücü elinde tutan küçük bir azınlığı zengin etmek.
· Modern Demokratik Kongo Cumhuriyeti yoksul kalmıştır, çünkü yurttaşları müreffeh bir toplum yaratacak temel teşvikleri oluşturan ekonomik kurumlardan hâlâ yoksundur. Kongo’yu fakir kılan coğrafya, kültür ya da yurttaşlarının ve siyasetçilerinin cehaleti değildir, sömürücü ekonomik kurumlarıdır.
· Sömürücü ekonomik kurumlar bir miktar büyüme sağlayabilseler de sürdürülebilir bir ekonomik büyüme sağlayamazlar, hele hele yaratıcı yıkımın eşlik ettiği türde bir büyümeyi asla. Hem ekonomik hem de siyasal kurumlar sömürücü nitelikte olduğunda ise yaratıcı yıkım ve teknolojik değişiklik için teşvik bulunmayacaktır.
· Ayrıca, sömürücü siyasal kurumlara dayalı büyümeyi destekleyen düzenlemeler, doğaları gereği kırılgandır; çökebilir ya da sömürücü kurumların bizzat kendilerinin ürettiği iç çatışmalarla kolayca tahrip edilebilirler. Aslında, sömürücü siyasal ve ekonomik kurumlar iç çatışma için genel bir eğilim yaratırlar; çünkü servetin ve gücün dar bir elitin elinde yoğunlaşmasına neden olurlar.
· 1346’da Batı Avrupa ile Doğu Avrupa arasında siyasal ve ekonomik kurumlar bakımından az sayıda farklılık olsa da 1600’e gelindiğinde ayrı dünyalara dönüşmüşlerdi.
· Kara Ölüm, bir kritik dönemece, yani toplumun mevcut ekonomik ya da siyasal dengesini bozan büyük bir olaya ya da etkenler bütününe iyi bir örnek teşkil eder.
· 16. ve 17. yüzyılın kurumsal mücadelelerinin zirvesini ise dönüm noktası niteliğindeki iki olay oluşturuyordu: 1642-1651 yılları arasındaki İngiliz İç Savaşı ve özellikle 1688’deki Görkemli Devrim. Görkemli Devrim, kralın ve yönetici sınıfın gücünü kısıtladı ve parlamentoyu ekonomik kurumları belirleyecek güçle donattı.
· Bu durum Görkemli Devrim’in ardından değişti. Rejim yatırım, ticaret ve yenilik için teşvikler sunan bir dizi ekonomik kurumu hayata geçirdi. Fikri mülkiyet haklarını kararlılıkla uygulamaya koydu ve böylelikle yenilikler için büyük bir itici güç oluşturdu. Asayişi sağladı. İngiliz kanunlarının tüm vatandaşlar için geçerli olması tarihsel olarak benzeri görülmemiş bir şeydi. Keyfi vergilendirmeye son verildi ve tekeller neredeyse tümüyle ortadan kaldırıldı.
· 1688’e gelindiğinde İngiltere’nin siyasal kurumları Fransa ve İspanya’nınkilere kıyasla çok daha çoğulcu bir rota izliyordu. Oysa yüzyıl kadar geriye, 1588’e gidersek aradaki farklar yok denecek kadar azalır.
· Her kritik dönemecin başarılı bir siyasal devrimle sonuçlanacağı ya da daha iyiye götürecek bir değişime yol açacağı varsayılmamalıdır. Tarih, Alman sosyolog Robert Michels’in “Oligarşinin tunç yasası” olarak adlandırdığı, son derece kötücül bir kısır döngü biçimi olan bir örüntüyle, bir tiranın yerine bir başka tiranı getiren devrimlerin ve radikal hareketlerin örnekleriyle doludur.
· Kritik dönemeçler sömürücü kurumlardan uzaklaştırmak yerine onlara götürecek büyük değişiklikler de doğurabilir.
· Afrika, Sanayi Devrimi’nin sunduğu fırsatlardan asgari düzeyde yararlanabilen bir bölgeydi. Afrika en azından 1000 yıl boyunca, küçük bölgeler ve sınırlı dönemler dışında teknoloji, siyasal gelişim ve refah bakımından dünyanın gerisinde kalmıştı. Burası merkezi devletlerin çok geç ve çok seyrek bir biçimde kurulduğu bir bölgedir. Kurulanlarsa çoğunlukla Kongo gibi son derece mutlakıyetçidir ve çoğu kez kısa ömürlü olur; genellikle de yıkılır.
· Kongo mutlakıyetçiliği önceleri yalnızca sömürücü ekonomik kurumları aracılığıyla yurttaşlarının tüm tarımsal üretimine el koyup toplum üstünde tahakküm kurarken, sonradan insanları toplu halde köleleştirip Kongo eliti için silah ve lüks mallar karşılığında Portekizlilere satar hale geldi.
· Afrika’nın büyük kısmında kölecilikten elde edilen muazzam gelir, yalnızca köleciliğin daha da yoğunlaşmasına ve mülkiyet haklarının daha da emniyetsiz hale gelmesine yol açmakla kalmadı, aynı zamanda savaşların yoğunluk kazanmasına ve mevcut pek çok kurumun yıkımına da neden oldu. Birkaç yüzyıl içinde, tüm merkezileşme süreçleri tamamen tersine döndü ve çoğu Afrika ülkesi büyük ölçüde çöktü. Köle ticaretinden faydalanmak için bazı yeni ve kimi zaman güçlü devletler kurulduysa da temelleri savaş ve talana dayalıydı.
· 1807’nin ardından köle ticareti büyük ölçüde sona erdiyse de ardından gelen Avrupa sömürgeciliği yalnızca Güney ve Batı Afrika’daki henüz olgunlaşmamış ekonomik modernizasyonu tersine çevirmekle kalmadı, aynı zamanda yerel bir kurumsal reforma yönelik tüm ihtimalleri de yok etti.
· Daha da kötüsü, sömürge yönetiminin yapıları 1960’larda Afrika’yı sömürgecilik döneminin başlangıcındakinden daha karmaşık ve kötücül bir kurumsal mirasla baş başa bıraktı.
· Çin bir Avrupalı güç tarafından hiçbir zaman resmen sömürgeleştirilmedi.
· Japonya da Çin gibi mutlakıyetçi bir sistemle yönetiliyordu. Tokugawa ailesi 1600’de yönetimi ele geçirdi ve ülkeyi uluslararası ticareti de yasaklayan feodal bir sistemle yönetti.
· Hızlı büyüme aşamalarının nasıl aniden sonlandığı ve tersine döndüğü de konumuzla bağlantılıdır. Kapsayıcı kurumlar oluşturma yolunda atılan kararlı adımlar nasıl hızlı büyümeyi ateşleyebiliyorsa kapsayıcı kurumlardan ani bir biçimde vazgeçmek de aynı şekilde ekonomik durgunluğa yol açabilir.
· Sömürücü kurumlar, doğaları gereği, sömürülebilecek zenginlik üretmelidirler.
· Sömürücü kurumlara dayalı büyüme, doğası gereği kapsayıcı kurumların meydana getirdiği büyümeden ayrılır. En önemlisi, teknolojik değişime ihtiyaç duyacak olan sürdürülebilir büyüme değildir, daha ziyade mevcut teknolojilere dayalı büyümedir.
· Stalin tarzı ekonomik büyüme basitti; devlet eliyle sanayiyi geliştir, bunun için gerekli kaynakları da tarım vergisini son derece yüksek oranlara getirerek sağla… Nihayetinde, zorunlu kolektifleştirme süresince muhtemelen 6 milyon insan kıtlık yüzünden öldü ve yüzbinlerce insan öldürüldü ya da Sibirya’ya sürüldü.
· İnsanların piyasalar aracılığıyla kendi kararlarını vermelerine olanak tanımak bir toplum için kaynaklarını verimli bir biçimde kullanmanın en iyi yoludur. Bunun yerine, tüm bu kaynakları devlet ya da dar bir elit kontrol ederse ne doğru teşvikler sağlanır ne de insanların beceri ve yetenekleri etkili bir biçimde tahsis edilir.
· Sömürücü kurumlar iki nedenden ötürü sürdürülebilir teknolojik değişim üretemezler; ekonomik teşviklerin yokluğu ve yaratıcı yıkımın siyasal sonuçlarından korkulması.
· Sovyetlerin çok büyük gayretler sonucunda yenilik getirmeyi sürdürebildikleri tek alan askeri teknolojiler, havacılık ve uzay teknolojileriydi.
· İkramiyeler ve teşvikler davranış biçimini değiştirmede etkili olsa bile çoğu zaman başka sorunlar doğurur.
· Sovyetler Birliği sömürücü kurumlara rağmen hızlı büyüme gerçekleştirmeyi başardı çünkü Bolşevikler güçlü bir merkezi devlet inşa ettiler ve bu merkezi devleti, kaynakları sanayiye tahsis etmede kullandılar. Ancak sömürücü kurumlara dayalı büyümenin tüm örneklerinde olduğu gibi, bu deneyim teknolojik değişim içermiyordu ve sürdürülebilir değildi. Büyüme önce yavaşladı, sonra tamamen durdu.
· Sömürücü kurumlar tarihte çok yaygındır, çünkü bunun güçlü bir mantığı vardır; sınırlı bir zenginlik üretebilirler ve aynı zamanda bunu küçük bir elitin kullanımına sunarlar. Bu büyümenin gerçekleşebilmesi için siyasal merkeziyet olmalıdır.
· Bu kurumlar elit için ciddi kazançlar sağladığından, mevcut elitin yerine geçme mücadelesi vermek için güçlü teşvikleri olan başka kimseler çıkacaktır. Dolayısıyla iç savaş ve istikrarsızlık sömürücü kurumların doğasından gelen özelliklerdir ve yalnızca daha ileri yetersizliklere yol açmakla kalmazlar, aynı zamanda çoğu zaman her türlü siyasal merkeziyeti tersine çevirirler, hatta bazen asayişin tamamen çökmesine ve kaosa neden olurlar.
· Yenilik, eski problemlere yeni çözümler getiren yeni fikirlere sahip yeni insanlardan gelir.
· Zorunlu işgücüne dayalı feodal kurumlar açık bir biçimde sömürücüydüler ve Ortaçağ boyunca Avrupa’da uzun süren sömürücü bir yavaş büyüme döneminin temelini oluşturdular.
· Kurumların gelişimini tarihsel etkenler şekillendirir; fakat bu basit, önceden belirlenmiş, birikimsel bir süreç değildir.
· 1800’de İngiltere’de yetişkin erkeklerin yüzde 60’ı ve kadınların yüzde 40’ı okuryazarken Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yurttaşların muhtemelen yalnızca yüzde 2 ya da 3’ü okuryazardı. Hollanda ve Almanya’daki okuryazarlık oranları daha da yüksekti.
· Mutlakıyetçilik ve siyasal merkeziyetin olmayışı ya da zayıflığı, sanayileşmenin önündeki iki farklı engeldir. Fakat bir yandan da birbirleriyle bağlantılıdırlar; ikisini de yerinde tutan yaratıcı yıkım korkusu ve siyasal merkezileşme sürecinin çoğunlukla mutlakıyetçiliğe yönelik bir eğilime neden olmasıdır.
· Friedrich von Gentz, “Geniş kitlelerin varlıklı ve bağımsız bir hale gelmelerini hiç de istemeyiz [...] Aksi takdirde onlara nasıl hükmederdik?” yanıtını alacaktı.
· Etiyopya bugün dünyanın en yoksul ülkelerinden biri. Sıradan bir Etiyopyalının geliri, sıradan bir İngiliz yurttaşınınkinin yaklaşık kırkta biri.
· Etiyopya’nın bugünkü konumunda olmasının nedeni, İngiltere’nin aksine Etiyopya’da mutlakıyetçiliğin yakın geçmişe dek varlığını sürdürmüş olmasıdır. Mutlakıyetçilik Etiyopyalıların büyük çoğunluğuna yoksulluk getiren –öte yandan elbette imparatorlara ve soylulara büyük menfaat sağlayan– sömürücü ekonomik kurumları da beraberinde getirmişti.
· Dünyanın dört bir yanındaki mutlakıyetçi siyasal kurumlar, ister ekonomiyi örgütleyiş biçimleriyle dolaylı yoldan, ister Avusturya-Macaristan ve Rusya’da gördüğümüz gibi doğrudan, sanayileşmeye engel oldular. Fakat mutlakıyetçilik kapsayıcı ekonomik kurumların gelişiminin önündeki tek engel değildi. 19. yüzyılın şafağında dünyanın pek çok bölgesi, özellikle de Afrika’dakiler, asgari ölçüde dahi olsa yasa ve düzen sağlayacak bir devletten yoksundular ki bu modern bir ekonominin önkoşuluydu.

· 19. yüzyıl ve sonrasında Sanayi Devrimi tüm dünya için dönüştürücü bir kritik dönemeç yarattı. Yurttaşlarının yeni teknolojilere yatırım yapmasına olanak sağlayıp teşvik eden toplumlar hızla büyüdüler. Fakat dünyanın dört bir yanındaki pek çok ülke bunu başaramadı; ya da açıkça bunu yapmamayı seçti. Sömürücü siyasal ve ekonomik kurumların kıskacındaki ülkeler bu tür teşvikler üretemediler.
· Kölelik hiç de kendine özgü değildi; neredeyse her toplumda görülmüştü.
· Tarihçi Patrick Manning erken 18. yüzyıl dolaylarında Batı ve Orta-Batı Afrika’daki bölgelerden ihraç edilen köle sayısının 20-25 milyon civarında olduğunu tahmin ediyor.
· Bugün var olan dünya eşitsizliğinin nedeni, bazı ülkelerin 19. ve 20. yüzyıl boyunca Sanayi Devrimi’nden, getirdiği teknolojilerden ve örgütlenme yöntemlerinden faydalanabilmesine karşın diğerlerinin buna imkân bulamamasıdır. Teknolojik değişim refahın lokomotiflerinden yalnızca biridir; fakat muhtemelen en hayati olanıdır. Yeni teknolojilerden yararlanamayan ülkeler refahın diğer lokomotiflerinden de fayda göremediler.
· Bir ülkenin sanayileşmeyi benimseyip benimsememesi büyük ölçüde kurumlarına bağlıdır.
· Avustralya ve Birleşik Devletler sanayileşip hızla büyüyebildiler; çünkü nispeten kapsayıcı kurumları yeni teknolojiler, yenilik ya da yaratıcı yıkım için engel oluşturmadı.
· Fakat sanayileşme sürecinin ortaya çıkaracağı yaratıcı yıkım liderlerin ticaretten elde ettiği kârları azaltarak, kaynakları ve iş gücünü topraklarından uzaklaştıracaktı. Aristokrasiler sanayileşmenin ekonomik kaybedenleri haline gelecekti. Daha da önemlisi, sanayileşme süreci hiç şüphesiz istikrarsızlık yaratıp siyasal iktidar tekellerine yönelik meydan okumalara yol açacağından siyasal kaybedenlere de dönüşeceklerdi.
· Hukukun üstünlüğü, tarihsel bir perspektifle ele aldığınızda gayet tuhaf bir kavramdır. Neden yasalar herkese eşit muamele etsin? Kral ve aristokrasi siyasal iktidara sahipse ve diğerleri değilse, kral ve aristokrasi için mubah olan her şey diğerleri için yasak ve cezaya tabi olması son derece doğaldır. Gerçekten de, mutlakıyetçi siyasal kurumların olduğu koşullarda hukukun üstünlüğü tasavvur edilemez. Hukukun üstünlüğü çoğulcu siyasal kurumların ve çoğulculuğu destekleyen geniş tabanlı koalisyonların ürünüdür.
· Görkemli Devrim sadece bir elitin diğerini devirmesi değildi; eşraf, tüccarlar ve imalatçıların oluşturduğu geniş koalisyonla Whig ve Tory gruplaşmalarının mutlakıyetçiliğe karşı düzenlediği bir devrimdi. Çoğulcu siyasal kurumların ortaya çıkışı bu devrimin ürünüydü. Hukukun üstünlüğü de bu sürecin bir yan ürünü olarak ortaya çıktı. İktidarı paylaşan çok sayıda taraf varken bu taraflardan birinin aşırı güce ulaşıp en sonunda çoğulculuğun temellerine zarar vermemesi için tümüne uygulanan yasa ve kısıtlamaların olması doğaldı.
· Ve ileride göreceğimiz gibi, çoğulculuk ve hukukun üstünlüğü bir kez yerleştiğinde daha fazla çoğulculuk ve siyasal sürece daha fazla katılım için talep olacaktı.

· Bu olumlu etkileşimin bir diğer yönü de ekonomik ve siyasal kurumlar altında iktidarın kontrolünün daha az merkezi hale gelmesidir. 8. bölümde gördüğümüz gibi, Avusturya-Macaristan’da ve Rusya’da hükümdarların ve aristokrasinin sanayileşme ve devrim yüzünden kaybedecek çok şeyleri vardı. Buna karşılık, kapsayıcı ekonomik kurumların gelişimi sayesinde 19. yüzyıl başında Britanya’da çok daha az şey tehlikedeydi: Serfler yoktu, emek piyasasında nispeten daha az baskı söz konusuydu ve giriş engellerinin koruduğu tekel sayısı azdı. Bu yüzden, güce sarılmak İngiliz eliti için daha az değer taşıyordu.
· Verimli döngünün mantığı, bu tür baskıcı adımların giderek olanaksız hale gelmesi anlamına da geliyordu ve bu da yine kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumların pozitif etkileşimi nedeniyleydi. Kapsayıcı ekonomik kurumlar sömürücü kurumlara nazaran kaynakların daha eşit bir dağılımına yol açarlar. Böyle olunca da, daha geniş kitleleri yetkilendirir, bu sayede daha eşit şartlar sağlarlar; söz konusu iktidar mücadelesi olduğunda bile. Bu durum küçük bir elitin, ya da en azından bazılarının, kitlelerin taleplerine boyun eğmek yerine onları ezmesini daha güç hale getirir. Ayrıca, kapsayıcı İngiliz kurumları çoktan Sanayi Devrimi’ni başlatmıştı ve Britanya büyük ölçüde şehirleşmişti. Şehirli, yoğun, kısmen örgütlü ve yetkilendirilmiş halk gruplarına baskı uygulamak, köylülere ya da bağımlı serflere baskı uygulamaktan çok daha zor olurdu.
· Böylece verimli döngü İngiltere’ye 1832’de İlk Reform Yasası’nı getirdi. Fakat bu yalnızca başlangıçtı. Gerçek bir demokrasi için kat edilecek hâlâ uzun bir yol vardı; çünkü elit kesim 1832’de yalnızca vermek zorunda olduklarını düşündükleri kadarını sunmuştu, fazlasını değil.
· (İngiltere) Bu mali değişiklikler sonucunda 19. yüzyılın son 30 yılında vergilerin milli gelir içindeki payı iki katın üstünde artış gösterdi ve 20. yüzyılın ilk 30 yılında bir kez daha ikiye katlandı. Ayrıca vergi sistemi daha “artan oranlı” bir hale getirildi; böylece zenginler daha fazla yük üstlenmiş oldu.
· Öte yandan, daha önceleri esasen elit kesimin hizmetinde ve dini zümrelerin kontrolünde olan ya da yoksul insanların ücret ödemesini gerektiren eğitim sistemi kitleler için daha erişilir hale getirildi.
· Aslına bakılırsa, kapsayıcı kurumların verimli döngüsünü ortaya koyan İngiliz örneği, gerçekte “aşamalı verimli döngüye” örnek teşkil eder… Her 10 yılda bir demokrasiye doğru bir başka adım atıldı; bazen daha küçük, bazen daha büyük. Bu adımların her biri çatışmaya yol açtı ve her birinin sonucu olumsaldı. Fakat verimli döngü iktidara yapışmak suretiyle elde edilen menfaatleri azaltacak kuvvetler yarattı… 1846’ya gelindiğinde toprak sahipleri artık parlamentodaki yasama faaliyetlerini kontrol edemiyorlardı.
· Sistemin şiddet yoluyla alaşağı edilmesi demek, yıkılanın yerine tamamen yeni bir şey inşa etmek zorunda kalmak demektir. Fransız Devrimi’nde durum buydu, ilk demokrasi deneyimi Terör’e yol açmış, ardından iki kez monarşiye dönülmüş ve en son 1870’de Üçüncü Cumhuriyet gelmişti. Rus Devrimi’ndeki durum da böyleydi; çoğunluğun Rus İmparatorluğu’ndakinden daha eşit bir sistem arzulaması, eski sistemden daha sert, kanlı ve kötücül bir tek parti diktatörlüğüne yol açmıştı. Aşamalı reformun bu toplumlarda gerçekleşmesi güçtü; çünkü çoğulculuktan yoksundular ve son derece sömürücüydüler. Britanya’da aşamalı değişimi mümkün ve cazip kılan Görkemli Devrim’in ortaya çıkardığı çoğulculuk ve getirdiği hukukun üstünlüğü ilkesiydi.
· Fransız Devrimi’ne büyük bir azimle muhalefet eden muhafazakâr İngiliz yazar Edmund Burke, 1790’da şöyle yazıyordu: “Uzun zamanlar toplumun ortak amaçlarına hizmet etmiş büyük bir yapıyı yıkmaya ya da elinin altında kendini kanıtlanmış modeller ve şablonlar olmaksızın yeniden inşa etmeye kalkan herkes son derece ihtiyatlı olmalıdır.” Büyük resim dikkate alındığında Burke yanılıyordu. Fransız Devrimi yozlaşmış bir yapıyı değiştirmişti ve sadece Fransa’da değil Batı Avrupa’nın büyük bölümünde kapsayıcı kurumların yolunu açmıştı. Fakat Burke’ün uyarısı tamamen yanlış da sayılmazdı. 1688’de başlayıp Burke’ün ölümünden 30 yıl sonra temposunu artıran İngiliz siyasal reformunun aşamalı gelişimi daha etkili olmuştu; çünkü aşamalı doğası onu daha güçlü, direnilmesi daha zor ve nihayet daha dayanıklı kılmıştı.
· 1882’de muazzam bir tekel –o günkü tabirle tekel– kurdu. 1890’a gelindiğinde Standard Oil, Birleşik Devletler’deki rafine petrol akışının yüzde 88’ini kontrol ediyordu ve 1916’da Rockefeller dünyanın ilk milyarderi olmuştu.
· Wilson 1913 tarihli kitabı The New Freedom’a düştüğü notta “Tekel varlığını korursa daima hükümetin tepesinde olacaktır. Onun kendi kendini dizginlemesini beklemiyorum. Eğer bu ülkede Birleşik Devletler hükümetini satın alacak büyüklükte adamlar varsa onu mutlaka satın alacaklardır.”
· Piyasalar fahiş fiyatlar koyup daha etkili rakiplerin ve yeni teknolojilerin girişini engelleyen birkaç şirketin hâkimiyetine girebilirler. Piyasalar kendi mekanizmalarına bırakıldıklarında kapsayıcı olmaya son verebilir, giderek ekonomik ve siyasal bakımdan güçlü kişiler ve şirketler tarafından kontrol edilir hale gelebilirler. Kapsayıcı ekonomik kurumlar yalnızca piyasalara değil, halkın çoğunluğuna eşit şartlar ve ekonomik fırsatlar yaratan kapsayıcı piyasalara ihtiyaç duyarlar.
· Kapsayıcı siyasal kurumlar yalnızca kapsayıcı ekonomik kurumlardaki büyük sapmaları denetlemekle kalmazlar, ayrıca kendi sürekliliklerine zarar verecek girişimlere de direnirler.
· Kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlar kendiliğinden ortaya çıkmazlar. Genellikle ekonomik gelişime ve siyasal değişime direnen elitler ile onların ekonomik ve siyasal güçlerini sınırlamak isteyenler arasındaki ciddi bir mücadelenin ürünüdürler.

· Verimli döngü çeşitli mekanizmalarla iş görür. Birincisi, çoğulcu siyasal kurumlar iktidarın bir diktatör, hükümet içindeki bir fraksiyon ve hatta iyi niyetli bir başkan tarafından gasp edilmesini çok daha zor hale getirirler.
· Kapsayıcı ekonomik kurumlar kölelik ve serflik gibi sömürücü ekonomik ilişkilerin en korkunç örneklerini ortadan kaldırır, tekellerin önemini azaltır ve dinamik bir ekonomi yaratır: Tüm bunlar, en azından kısa vadede, siyasal iktidarın gasp edilmesiyle elde edilebilecek ekonomik kazançları azaltır.
· Son olarak, kapsayıcı siyasal kurumlar özgür basının gelişmesine izin verirler ve genellikle özgür basın da halkı bilgilendirerek kapsayıcı kurumlara yönelik tehditler karşısında muhalefeti harekete geçirirler.
· Çoğu kişi sömürge idaresinin Sahra-altı Afrika’da uyguladığı yöntemlerinin en kötü örneklerinin bağımsızlığın ardından sona ereceğini ve pazarlama komitelerinin çiftçileri aşırı ölçüde vergilendirmek için kullanılmasının bir son bulacağını umuyordu. Fakat bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Aslına bakılırsa, pazarlama komitelerinin çiftçilerin sömürülmesi için kullanılması daha da habis bir hal aldı.
· Burada asıl dikkat çekici olan, sömürgeci ve bağımsız Sierra Leone arasındaki sürekliliğin boyutlarıydı. İngilizler pazarlama komiteleri oluşturmuş ve bunları çiftçilerden vergi almak için kullanmışlardı. Sömürgecilik sonrası hükümetler bu sömürüyü daha da ileri boyutlara taşımışlardı. İngilizler paramount chief’ler aracılığıyla dolaylı idare sistemini kurmuşlardı. Bağımsızlık sonrası hükümetler bu sömürgeci kurumları kaldırmamış, kırsal kesimi idare etmek için kullanmışlardı. İngilizler bir elmas tekeli kurmuş ve Afrikalı madencileri uzak tutmaya çalışmıştı. Bağımsızlık sonrası hükümetleri de aynısını yapmıştı.
· Bu kısır döngünün doğal sebepleri var. Sömürücü siyasal kurumlar çoğunluğun sırtından birkaç kişiyi zengin eden sömürücü ekonomik kurumlara yol açarlar. Böylelikle, sömürücü kurumlardan çıkar sağlayanların kendi (özel) ordularını kurmak, paralı askerler tutmak, yargıçlar satın almak ve iktidarda kalabilmek amacıyla seçimlere hile karıştırmak için kaynakları olur. Ayrıca sistemi savunmak için her türlü çıkara sahiptirler. Dolayısıyla, sömürücü ekonomik kurumlar sömürücü siyasal kurumların ayakta kalması için bir platform oluştururlar. Sömürücü siyasal kurumların olduğu rejimlerde iktidar kıymetlidir; çünkü denetime tabi değildir ve ekonomik zenginlik getirir.
· Sömürücü siyasal kurumlar iktidarın kötüye kullanılmasına karşı denetim de sağlamazlar. Bir iktidarın yozlaşıp yozlaşmadığı tartışmaya açıktır fakat Lord Acron mutlak iktidarın mutlak surette yozlaşacağını savunurken kesinlikle haklıdır.
· Sömürücü kurumların söz konusu olduğu koşullarda iktidar ne denli yozlaşmış ve toplum çıkarlarına zarar verir hale gelmiş olursa olsun, yetki kullanımı üzerindeki denetim son derece sınırlıdır. 1980’de Sierra Leone’de dönemin merkez bankası başkanı Sam Bangura Siaka Stevens’ın politikalarını savurgan bularak eleştirdi. Çok geçmeden öldürüldü ve merkez bankası binasının en üst katından, epey “yerinde” bir ad taşıyan Siaka Stevens Caddesi’ne fırlatıldı. Bundan da anlaşıldığı gibi, sömürücü siyasal kurumlar aynı zamanda bir kısır döngü oluşturma eğilimi de taşırlar; çünkü devletin güçlerini daha fazla gasp edip kötüye kullanmak isteyenlere karşı hiçbir savunmaları yoktur.
· Kısır döngülerin ortaya çıkmasına neden olan bir başka mekanizma da, sömürücü kurumların denetimsiz güç ve büyük bir gelir eşitsizliği yaratarak siyaset oyunundaki potansiyel kazançları artırmasıdır. Her kim devletin kontrolünü eline geçirirse bu denetimsiz güçten ve ürettiği zenginlikten çıkar sağladığından, sömürücü kurumlar iktidarı ve beraberinde getirdiği menfaatleri kontrol etmek için çıkan iç çatışmalara teşvik yaratırlar.
· Orta Amerika’nın birçok yerinde olduğu gibi Guatemala’da da, tipik bir kısır döngü örüntüsüyle, sömürücü siyasal kurumlar sömürücü ekonomik kurumları destekledi ve sömürücü ekonomik kurumlar da karşılığında sömürücü siyasal kurumlara temel oluşturup aynı elitin iktidarı elinde tutmasını sağladı.
· Alman sosyolog Robert Michels bu durumu “Oligarşinin Tunç Yasası” olarak adlandırıyor. Michels oligarşilerin ve aslında tüm hiyerarşik örgütlerin iç mantığının, yalnızca iktidarda aynı elit varken değil, aynı zamanda tamamen yeni bir grup kontrolü ele geçirdiğinde de kendilerini yeniden üretmelerine yol açtığını ileri sürüyor.
· Oligarşinin tunç yasasının –kısır döngünün bilhassa bu modelinin– özü, radikal değişim vaadiyle eski liderleri deviren yeni liderlerin, eskisinden farklı bir şey getirmemeleriydi.
· Görkemli Devrim ve Fransız Devrimi’nin ardından daha kapsayıcı siyasal kurumların ortaya çıkışını büyük ölçüde üç etken kolaylaştırmıştı. Birincisi, bizzat istifade edecekleri bir yaratıcı yıkım sürecinin başlamasını isteyen yeni tüccarlar ve işadamlarıydı; bu yeni adamlar devrimci koalisyonların kilit üyeleriydi ve kendilerini kurban seçecek bir başka sömürücü kurumlar dizisinin gelişimine seyirci kalmak istemiyorlardı. İkincisi, her iki örnekte de ortaya çıkan geniş koalisyonun doğasıydı. Örneğin Görkemli Devrim dar bir grup tarafından düzenlenen ya da belirli sınırlı bir çıkarı temsil eden bir darbe değildi; tüccarların, sanayicilerin, eşrafın ve farklı siyasal toplulukların sahip çıktığı bir hareketti. Aynı durum büyük ölçüde Fransız Devrimi için de geçerliydi. Üçüncü etken, İngiliz ve Fransız siyasal kurumlarının geçmişiyle ilgilidir. Bu kurumlar yeni ve daha kapsayıcı kurumların gelişebileceği bir zemin oluşturdular. Her iki ülke de bir parlamento geleneğine sahipti ve yetki paylaşımının kökleri İngiltere’de Magna Carta’ya, Fransa’da Ayanlar Meclisi’ne kadar uzanıyordu.
· Bu nedenle, Sierra Leone’de, Etiyopya’da ve Kongo’da kısır döngüye direnmek çok daha zordu ve kapsayıcı kurumlara yönelik girişimlerin başarıya ulaşma olasılığı çok daha düşüktü. Devletin kontrolünü ele geçirenlerin gücünü denetleyecek geleneksel ve tarihsel kurumlar da yoktu.
· Uluslararası toplum, sömürgecilik sonrasında Afrika’daki bağımsızlığın devlet planlaması ve özel sektörün geliştirilmesiyle ekonomik büyümeye yol açacağını düşünüyordu. Oysa ortada özel sektör diye bir şey yoktu; yeni hükümetlerde temsilcisi olmayan, bu nedenle de ilk kurbanlara dönüşecek kırsal bölgelerdekiler hariç. Belki de en önemlisi, bu örneklerin pek çoğunda iktidarda olmanın muazzam menfaatler sağlamasıydı; çünkü önceki sömürücü siyasal kurumlar yetki kullanımına hiçbir denetim getirmemişlerdi.
· Çoğulculuk bir kez sağlandığında kurumların zamanla daha kapsayıcı hale gelmesine yönelik bir eğilim oluşmuştu; bu zorlu ve belirsizliklerle dolu bir süreç olsa bile.
· Kapsayıcı ekonomik kurumların olduğu koşullarda zenginlik, ekonomik gücünü orantısız bir siyasal güç oluşturmak için kullanacak küçük bir grubun elinde toplanmaz. Dahası, kapsayıcı ekonomik kurumlar varken siyasal gücü elde tutmakla sağlanacak menfaatler daha sınırlıdır, böylelikle devletin kontrolünü ele geçirmeye çalışacak gruplar ve hırslı yeni zengin bireyler için daha az teşvik söz konusudur. Etkenlerin bir kritik dönemeçte bir araya gelmesi, mevcut kurumlar arasındaki etkileşim ve kritik dönemecin beraberinde getirdiği fırsatlar ve tehlikeler de dahil olmak üzere, genellikle İngiltere örneğinde olduğu gibi kapsayıcı kurumların ortaya çıkmasına neden olur. Fakat bu kapsayıcı kurumlar bir kez devreye girdiğinde varlıklarını sürdürebilmeleri için aynı etkenlerin yeniden bir araya gelmesine ihtiyaç yoktur. Verimli döngüler de kayda değer ölçüde olumsallığa tabi olsalar da, kurumların sürekliliğini sağlar ve genellikle toplumu daha fazla kapsayıcılığa taşıyacak dinamikleri harekete geçirirler.
· Kısır döngüler de kırılmaz değildirler. Fakat dayanıklıdırlar.
· Sömürücü kurumlar eliti zenginleştirir, elitin zenginliği de hâkimiyetine dayanak oluşturur.
· Geriye dönüp bakıldığında, bu tür kısır döngülerin mantığını kavramak kolaydır; sömürücü siyasal kurumlar yetki kullanımına çok az sınırlama getirir, yani aslında kendilerinden önceki diktatörleri devirenlerin yetki kullanımını ve istismarını kısıtlayacak hiçbir kurum yoktur ve sömürücü ekonomik kurumlar yalnızca iktidarı elde tutup diğerlerinin varlıklarına el koyarak ve tekeller kurarak bile büyük kazançlar ve servetler elde edilebileceği anlamına gelir.
· Bu hadiselerdeki kapsayıcı kurumlara doğru büyük bir yönelişe eşlik eden kilit faktör mutlakıyetçiliğe karşı cephe alan ve mutlakıyetçi kurumların yerine daha kapsayıcı ve çoğulcu olanları getiren geniş tabanlı bir koalisyonun yetkilendirilmesiydi.

· Dolayısıyla sömürücü kurumlar yalnızca bir sonraki sömürücü rejimin önünü açmakla kalmazlar, aynı zamanda bitmek bilmeyen iç çatışmalara ve iç savaşlara da neden olurlar. Bu iç savaşlar da daha fazla acıya neden oldukları gibi, bu toplumların ulaştığı çok az bir merkezileşmeyi de yok ederler. Ayrıca bu, sıradaki bölümde göreceğimiz gibi, genellikle kanunsuzluğa, devletin acze düşmesine ve siyasal kaosa yol açan bir süreç başlatarak ekonomik refaha dair tüm hayalleri yıkar.
· Bugün ülkeler başarısız oluyor; çünkü bu ülkelerin sömürücü kurumları insanların tasarruf, yatırım ve yenilik için ihtiyaç duydukları teşvikleri sağlamıyorlar. Sömürücü siyasal kurumlar sömürüden çıkar sağlayanların gücünü pekiştirerek bu ekonomik kurumlara destek sağlıyorlar. Bu başarısızlığın kökeninde, detayları farklı koşullar altında farklılık gösterseler de, daima bu sömürücü ekonomik ve siyasal kurumlar var.
· Ülkeler bulundukları coğrafya ya da sahip oldukları kültür nedeniyle başarısız olmazlar, güç ve zenginliğin devleti idare edenlerin; karışıklığa, çatışmaya ve iç savaşa neden olanların elinde yoğunlaşmasına neden olan sömürücü kurumlar mirası yüzünden başarısız olurlar. Ayrıca sömürücü kurumlar en temel kamu hizmetlerinde bile yatırımların ihmal edilmesine neden olarak devletin yavaş yavaş iflasa sürüklenmesine doğrudan katkıda bulunurlar; tıpkı Sierra Leone’de olduğu gibi.
· (Arjantin) 1 Aralık 2001’de hükümet tüm banka hesaplarını dondurdu, başlangıç olarak 90 günlüğüne. Yalnızca az miktarda nakdin haftalık bazda çekilmesine izin verildi. Bu miktar ilk başta 250 pesoydu ki, hâlâ 250 dolar ediyordu; ardından 300 oldu. Fakat bu paranın ancak peso hesaplarından çekilmesine izin vardı. Dolarlarını pesoya çevirmeye razı olmadıkları sürece kimse dolar hesabından para çekemiyordu. Bunu da kimse istemiyordu. Arjantin bu durumu El Corralito, yani “Küçük Ağıl” olarak adlandırdı: mudiler inek gibi bir ağıla tıkılmışlardı, gidecek hiçbir yerleri yoktu. Nihayet Ocak ayında devalüasyon yürürlüğe sokuldu ve bir peso bir dolar ederken çok geçmeden dört peso bir dolar etmeye başladı. Bu, tasarruflarını dolara yatırmaları gerektiğini düşünenleri haklı çıkarmalıydı. Fakat öyle olmadı, çünkü hükümet tüm dolar hesaplarını zorla pesoya çevirdi; ne var ki, eski bire bir döviz kuru üzerinden. 1.000 dolar tasarrufu olan biri bir anda kendini yalnızca 250 dolarla buldu. Hükümet halkın tasarruflarının üçte ikisini kamulaştırmıştı.
· Birincisi, yüzlerce yıl süren sömürücü rejimlerin yarattığı eşitsizlikler seçmenlerin bu yeni yeni ortaya çıkan demokrasilerde aşırı politikalar savunan politikacıların lehine oy kullanmasına neden oldu.
· 1960 Fransa’sında olduğu gibi Kuzey Kore hükümeti de paradan iki sıfır atmaya karar verdi. 100 eski won, Kuzey Kore’nin para birimi, artık bir yeni wona karşılık geliyordu. Bireyler eski paralarını getirip yeni basılmış paralarla değiştirebileceklerdi; fakat Fransa örneğindeki gibi 42 yılda değil, bir haftada. Sonra meselenin içyüzü anlaşıldı: Hükümet kimsenin 100 binden wondan daha fazlasını değiştiremeyeceğini duyurdu; gerçi sonradan bunu 500 bine wona kadar esnettiler. 100 bin won karaborsada yaklaşık 40 dolara karşılık geliyordu. Böylece hükümet Kuzey Kore yurttaşlarına ait muazzam miktarda şahsi birikimi tek hamlede silip süpürdü; ne kadar olduğunu tam olarak bilemiyoruz, fakat muhtemelen Arjantin hükümetinin 2002’de el koyduğundan daha fazlaydı. Kuzey Kore hükümeti özel mülkiyete ve piyasalara karşı çıkan komünist bir diktatörlüktür.
· Neticede hükümet para reformunu halkın tasarruflarının büyük bölümüne el koymak için kullanmıştı.
· Liderleri Kim Jong-Il’in içinde bir barı, bir karaoke makinesi ve bir mini sinema salonu olan yedi katlı bir sarayı var. Giriş katında dalga makinesi olan devasa büyüklükte bir havuz bulunuyor; Kim bu havuzda küçük bir motoru olan bir body-board kullanmayı seviyor… Kim’in yaptırımlardan önceki konyak bütçesinin yılda 800 bin doları bulmuş olabileceğini hesapladı.
· 20. yüzyılın sonunda dünyanın pek çok fakir bölgesini anlayabilmek ancak 20. yüzyılın yeni mutlakıyetçiliğini anlamakla mümkündür; yani komünizmi.
· Lenin ve etrafındakilerin yaptığı ilk şey Bolşevik Parti’nin başına yeni bir eliti, yani kendilerini getirmek olduğundan denklemde eşitliğe de yer yoktu. Bunları yaparken yalnızca komünist olmayan unsurları değil, iktidarları için tehdit oluşturabilecek diğer komünist unsurları da tasfiye edip öldürdüler. Fakat asıl trajediler daha sonra yaşanacaktı; önce İç Savaş’la, ardından Stalin’in kamusallaştırma politikaları ve belki de 40 milyon kadar insanın hayatına mal olan aşırı sıklıktaki tasfiyeleriyle. Rus komünizmi acımasız, baskıcı ve kanlıydı fakat eşsiz değildi.
· Bu örneklerin tümünde komünizm habis diktatörlükleri ve yaygın insan hakları ihlallerini beraberinde getirdi. Yaşanan ıstıraplar ve katliamlar bir yana, komünist rejimlerin hepsi de farklı türlerde sömürücü kurumlar inşa ettiler. Ekonomik kurumlar, piyasalar olsun olmasın, halkın kaynaklarını sömürmek için tasarlanmıştı ve mülkiyet haklarından nefret edildiğinden genellikle zenginlik yerine yoksulluk yaratıyorlardı.
· Bu komünist ekonomik kurumlar tüm gücü komünist partilerin ellerinde yoğunlaştırıp bu gücün kullanımına hiçbir kısıtlama getirmeyen sömürücü siyasal kurumlar tarafından destekleniyordu.
· Sovyet komünizminin idaresindeyken Özbekistan’ın tüm ekilebilir alanları devlete ait 2.048 çiftliğin kontrolündeydi. Bunlar dağıtıldı ve 1991’in ardından tüm arazi bölüştürüldü. Fakat bu çiftçilerin bağımsız hareket edebilecekleri anlamına gelmiyordu. Özbekistan’ın ilk ve şimdilik tek başkanı İslam Kerimov hükümeti için pamuk fazla değerliydi. Bunun yerine, çiftçilerin ne ekebileceğini ve tam olarak kaça satabileceğini belirleyen düzenlemeler getirildi. Pamuk değerli bir ihraç maddesiydi; çiftçilere mahsulleri karşılığında dünya pazar fiyatlarının çok altında bir ödeme yapılıyor, gerisini hükümet alıyordu. Bu fiyata kimse pamuk ekmezdi, hal böyle olunca hükümet onları buna mecbur etti. Artık her çiftçi arazisinin yüzde 35’ini pamuğa tahsis etmek zorundaydı.
· Pamuk kozaları Eylül başlarında olgunlaşıp toplanmaya hazır hale gelirler, yani yaklaşık olarak çocukların okula döndükleri zaman. Kerimov tüm okullara teslim etmeleri gereken pamuk miktarını belirten kotalar göndermeleri için kaymakamlara emir verdi. Eylül başında okullar 2,7 milyon (2006 verileriyle) çocuktan yoksundu. Öğretmenler eğitmenlik edecekleri yerde birer personel alım memuruna dönmüşlerdi.
· Sözde okul çocuklarına emeklerine karşılık ödeme yapılıyor, fakat sadece sözde. 2006’da pamuğun dünya fiyatı kilo başına 1,40 dolar civarında iken 20 ya da 60 kiloluk günlük kotalarına karşılık çocuklara yapılan ödeme yaklaşık 0,03 dolar idi.
· Özbekistan’da özgür basın yok, sivil toplum kuruluşlarına izin verilmiyor.
· Kerimov idaresindeki Özbekistan son derece sömürücü siyasal ve ekonomik kurumlara sahip bir ülkedir. Ve de yoksuldur. Muhtemelen nüfusun üçte biri yoksulluk içinde yaşıyor ve kişi başına ortalama yıllık gelir 1.000 dolar civarında.
· Okuryazarlık da çok yüksek, tabii rejim tüm basını denetim altında tuttuğu gibi, tüm kitapları yasaklamış ve interneti de sansürlemiş durumda.
· Ailenin ekonomik çıkarları, Kerimov’un kızı –ve muhtemelen babasının ardından halefi– Gülnur tarafından idare ediliyor. Bu denli şeffaflıktan uzak, kapalı kutu bir ülkede kimse Kerimov ailesinin tam olarak neyi kontrol ettiğini ya da ne kadar para kazandığını bilmiyor.
· Özbekistan günümüzün sömürücü kurumlar nedeniyle başarısızlığa uğrayan ülkeler mozaiğinin bir parçasıdır ve ne yazık ki Ermenistan ve Azerbaycan’dan; Kırgızistan, Tacikistan ve Türkmenistan’a kadar uzanan eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleriyle pek çok ortak noktaya sahiptir ve bize sömürücü ekonomik ve siyasal kurumların 21. yüzyılda bile yüzsüz ve acımasız bir sömürü modeline dönüşebileceğini hatırlatmaktadır
· Enver Sedat’a düzenlenen suikastın ardından 1981’de başkan olan Mübarek, önsözde değindiğimiz gibi yoğun protestolar ve orduyla Şubat 2011’de iktidardan uzaklaştırılıncaya dek UDP’yle hüküm sürdü.
· Büyük işadamları ekonomik çıkarlarıyla yakından ilgili bölgelerde önemli hükümet görevlerine getirildi. Unilever AMET (Afrika, Ortadoğu ve Türkiye) eski başkanı Raşit Muhammed Raşit dış ticaret ve sanayi bakanı oldu; Mısır’ın en büyüklerinden Garana Travel Company’nin sahibi ve genel müdürü Muhammed Zuheyr Vahit Garana turizm bakanı oldu; Mısır’ın en büyük pamuk ihracat şirketi Nile Cotton Trade Company’nin kurucusu Emin Ahmed Muhammed Osman Abaza tarım bakanı oldu.
· İşadamları pek çok ekonomik sektörde devlet düzenlemesiyle sektöre girişi kısıtlaması için hükümeti ikna etti. Bu sektörler arasında basın, demir çelik, otomotiv sanayii, alkollü içecekler ve beton yer alıyordu. Siyasal bağlantıları olan işadamlarını ve şirketleri koruyan yüksek giriş engelleriyle her sektör iyice yoğun hale getirildi.
· Mısır bugün yoksul bir ülkedir. Güneyde, Sahra-altı Afrika’daki çoğu ülke kadar değilse de nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ının çok yoksul olduğu, günde iki dolardan az bir parayla geçindiği bir ülkedir. İronik bir biçimde, daha önce gördüğümüz gibi, 19. yüzyılda Mısır, fiilen İngiliz İmparatorluğu’na dahil olmadan önce oldukça uzun süren bir sömürücü ekonomik büyüme dönemi yakalayan Mehmet Ali’nin kurumsal değişim ve ekonomik modernizasyon girişiminin başlangıçta başarı sağladığı bir ülkeydi. İngiliz sömürgecilik döneminde bir dizi sömürücü kurum ortaya çıktı ve 1954’ten sonra da ordu sayesinde varlığını korudu. Belirli miktarda ekonomik bir büyüme yakalanmış ve eğitime yatırım yapılmıştı fakat elit kesim hükümetle olan bağlantılarından nasiplenme imkânı bulurken toplumun büyük kısmı çok az ekonomik fırsata sahipti.

· Mübarek’in hüküm sürdüğü dönemde gelen kaçınılmaz sonuç, ekonomik kurumların daha sömürücü hale gelmesiydi ki, bu da siyasal gücün toplumdaki dağılımını yansıtıyordu. Arap Baharı bir anlamda buna bir tepkiydi.
· Ülkeler sömürücü kurumlar yüzünden ekonomik başarısızlığa uğrarlar. Bu kurumlar yoksul ülkelerin yoksul kalmasını sağlar ve bir ekonomik büyüme rotasına girmelerini engeller.
· Ülkelerin farklı geçmişlere ve farklı yapılara sahip olmaları elitlerin kimliğinde ve sömürücü siyasal kurumların detaylarında farklılıklara yol açtığı gibi, elitlerin kurduğu sömürücü ekonomik kurumların detaylarında da farklılıklara yol açar.
· 1952’den sonra Albay Nasır’ın kurduğu alenen sosyalist askeri rejimle idare edilen Mısır’da da durum oldukça benzerdi. Nasır Soğuk Savaş’ta Sovyetler Birliği’yle aynı safta yer almış, yabancı yatırımlara, örneğin İngilizlere ait Süveyş Kanalı’na el koymuş ve ekonominin büyük kısmını kamu mülkiyetine geçirmişti.
· Bugün ülkelerin ekonomik ve siyasal başarısızlıklarının çaresi, sömürücü kurumlarını kapsayıcı kurumlara dönüştürmeleridir. Kısır döngü bize bunun kolay olmayacağını söylüyor fakat ne bunu gerçekleştirmek imkânsızdır ne de Oligarşinin Tunç Yasası kaçınılmazdır. Kurumlarda önceden var olan bazı kapsayıcı unsurlar; ya da mevcut rejimle mücadele eden geniş tabanlı koalisyonların varlığı; ya da sadece tarihin olumsal doğası, kısır döngüyü kırabilir.
· Botsvana çemberi nasıl kırdı? Bağımsızlığın ardından hızla kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlar geliştirerek.
· Botsvana çemberi kırdı çünkü bir kritik dönemeci, sömürgecilik döneminin ardından gelen bağımsızlık evresini aşmayı ve kapsayıcı kurumlar kurmayı başardı. Demokratik Botsvana Partisi ve bizzat Khama da dahil olmak üzere geleneksel elit bir diktatörlük rejimi kurmaya ya da kendilerini halkın sırtından zengin edecek sömürücü kurumlar kurmaya çalışmadılar. Bu, bir kez daha, bir kritik dönemeçle mevcut kurumların etkileşiminin ürünüydü. Daha önce gördüğümüz gibi, Sahra-altı Afrika’nın neredeyse tamamında görülen durumdan farklı olarak, Botsvana’nın zaten belirli miktarda bir merkezi otoriteye ulaşmış ve bazı önemli çoğulcu özellikler barındıran kabile kurumları vardı. Üstelik Botsvana güvence altına alınmış mülkiyet haklarından bizzat büyük çıkar sağlayacak ekonomik elitlere sahipti. En az bunun kadar önemli bir başka husus da tarihin olumsal rotasının Botsvana’dan yana olmasıydı.
· Botsvana’da olduğu gibi, Birleşik Devletler’in güney eyaletlerinde de can alıcı nokta kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumların gelişimiydi. Bu da Güney’in sömürücü ekonomik kurumlarından mustarip siyahların artan hoşnutsuzluğu ile Demokrat Parti’nin Güney’de uyguladığı tek parti idaresinin çöküşünün yan yana gelmesiyle ortaya çıktı.
· 1949’dan sonra oluşturulan siyasal ve ekonomik kurumlar son derece sömürücüydü. Siyasal olarak, Çin Komünist Partisi diktatörlüğü hâkimdi. O tarihten itibaren Çin’de başka hiçbir siyasal örgüte izin verilmedi. Komünist Parti ve hükümet 1976’da ölene dek tamamen Mao’nun hâkimiyetindeydi… Mao derhal toprağı millileştirdi ve mülkiyet haklarının her türünü bir çırpıda yasakladı. Toprak sahiplerini ve rejime karşı olduğunu düşündüğü başka kesimlerden insanları idam ettirdi. Ekonomik ve siyasal kontrolü artırmak amacıyla 1956’da izinsiz seyahatler yasaklanarak ülke içi pasaport uygulaması başlatıldı. Benzer şekilde tüm sanayi millileştirildi.
· Tüm sömürücü kurumlarda olduğu gibi, Mao’nun rejimi de artık tamamen kontrolü altındaki uçsuz bucaksız ülkenin kaynaklarını sömürmeye girişmişti. Sierra Leone hükümetinin pazarlama kuruluyla yaptığı gibi, Çin Komünist Partisi de pirinç ve tahıl gibi ürünlerin satışı üzerinde bir tekele sahipti ve bu tekel çiftçilerden ağır vergiler almak için kullanılıyordu.
· Mao, vahşetin boyutları hakkında endişe duyanlara “Şu Hitler denen adam bile daha acımasızdı. Ne kadar acımasızsanız o kadar iyi, sizce de öyle değil mi? Ne kadar insan öldürürseniz o kadar devrimcisiniz” diyerek sert bir biçimde tepki gösteriyordu.
· Çin’in yeniden doğuşu, bir dizi son derece sömürücü ekonomik kurumdan daha kapsayıcı kurumlara doğru gözle görülür bir ilerlemeyle gerçekleşti. Sanayi ve tarımdaki piyasa teşvikleri, ardından yabancı kaynaklı yatırım ve teknoloji, Çin’i bir hızlı büyüme rotasına soktu.
· Çin, siyasal kurumlarını dönüştürmese de, çemberi kırmayı başardı. Botsvana ve Birleşik Devletler’in güneyinde olduğu gibi, yaşanan önemli değişimler bir kritik dönemeçte ortaya çıktı; Çin örneğinde Mao’nun ölümünü takiben.
· Tıpkı İngiltere’deki Görkemli Devrim, Fransız Devrimi ve Japonya’daki Meiji Restorasyonu gibi Botsvana, Çin ve Birleşik Devletler’in güneyi de tarihin kaderden ibaret olmadığının canlı örnekleridir. Sömürücü kurumlar kısır döngüye rağmen kapsayıcı kurumlarla değiştirilebilir. Fakat bu süreç ne kendiliğinden gerçekleşir ne de kolaydır. Bir etkenler birleşimi, özellikle de bir kritik dönemecin reform için baskı yapan geniş tabanlı bir koalisyonla ya da diğer elverişli mevcut kurumlarla birlikteliği, genellikle bir ülkenin daha kapsayıcı kurumlara doğru büyük hamleler yapması için gereklidir. Ayrıca biraz şans da önemlidir; çünkü tarih daima olumsal bir rota izler.
· Benzer biçimde bugün etrafımızda gözlemlediğimiz muazzam ekonomik farklılıklar son beş yüz yılda, çoğunlukla da son 200 yılda ortaya çıktı.
· Dünyanın dört bir yanındaki yüzlerce devletin farklı ekonomik ve siyasal rotalarının kökenleri gibi büyük olasılıkla çok sayıda nedene dayanan her karmaşık sosyal fenomen, çoğu sosyal bilimciyi tek nedenli, basit ve genel olarak uygulanabilir kuramlardan uzak durmaya, bunun yerine farklı zamanlarda ve bölgelerde ortaya çıkan görünürde benzer sonuçlara farklı açıklamalar getirmeye itmektedir. Sosyal bilimlerdeki bu kökleşmiş eğilime rağmen basit bir kuram önerdik ve bunu Neolitik Devrim’den bu yana dünyadaki ekonomik ve siyasal gelişimin ana hatlarını açıklamak için kullandık. Tercihimizin arkasındaki motivasyon böyle bir kuramın her şeyi açıklayabileceği gibi naif bir inanç değildi; bir kuramın –bazen bizi ilgi çekici detaylardan soyutlaması pahasına– paralelliklere odaklanmamızı sağlaması gerektiği inancıydı. Dolayısıyla başarılı bir kuram sadakatle her detayı yeniden üretmek yerine bir dizi süreç için kullanışlı ve ampirik olarak sağlam temellere dayanan bir açıklama getirebilmeli ve aynı zamanda iş başındaki asıl kuvvetleri netleştirebilmelidir.
· Kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlarla refah arasındaki bağlantı, kuramımızın odak noktasını oluşturuyor. Mülkiyet haklarını hayata geçiren, eşit rekabet şartları sağlayan ve yeni teknoloji ve becerilere yatırım yapmayı teşvik eden kapsayıcı ekonomik kurumlar, ekonomik büyüme konusunda çoğunluğun kaynaklarının azınlık tarafından sömürülmesi amacıyla yapılandırılan ve mülkiyet haklarını korumayı ya da ekonomik faaliyet için teşvik sağlamayı başaramayan sömürücü ekonomik kurumlardan daha elverişlidir. Kapsayıcı ekonomik kurumlar kapsayıcı siyasal kurumlara –yani siyasal gücü çoğulcu bir biçimde dağıtan; yasa ve düzeni sağlamak, güvence altına alınmış mülkiyet haklarının temellerini atmak ve bir kapsayıcı piyasa ekonomisi oluşturmak için belirli ölçüde bir siyasal merkeziyete ulaşmayı başaran siyasal kurumlara– destek olur ve onlardan destek alırlar. Aynı şekilde, sömürücü ekonomik kurumlar da iktidarı ele geçirdiklerinde mevcut sömürücü ekonomik kurumları kendi çıkarları doğrultusunda kullanıp geliştirmek için teşvik bulacak ve ellerine geçirdikleri kaynakları siyasal iktidar üzerindeki hâkimiyetlerini pekiştirmek için kullanacak az sayıda insanın elinde toplayan sömürücü siyasal kurumlarla sinerjik bir ilişki içindedir.
· Bu eğilimler sömürücü ekonomik ve siyasal kurumların ekonomik büyümeyle uyumsuz oldukları anlamına gelmez. Aksine her elit, diğer koşullar sabitken, sömürecek daha fazla şey elde edebilmek için büyümeyi ellerinden geldiğince teşvik edecektir. En azından asgari ölçüde bir siyasal merkeziyete ulaşmış sömürücü kurumlar genellikle bir miktar büyüme sağlamayı başarırlar. Fakat asıl can alıcı olan, sömürücü kurumlara dayalı büyümenin iki önemli nedenden ötürü sürdürülebilir nitelikte olmamasıdır. Birincisi, sürdürülebilir ekonomik büyüme yenilik gerektirir; yenilik ise ekonomik alanda eskiyi yeniyle değiştirirken aynı zamanda siyasetteki mevcut güç ilişkilerini de istikrarsızlaştıran yaratıcı yıkımdan ayrıştırılamaz. Sömürücü kurumlara hâkim olan elitler yaratıcı yıkımdan korktukları için ona direnirler; sömürücü kurumlara dayalı her büyüme kısa ömürlü olmaya mahkûmdur. İkincisi, sömürücü kurumları ellerinde tutanların toplumun sırtından büyük çıkar sağlayabilmesi, sömürücü kurumlara dayalı siyasal iktidarı uğrunda pek çok grup ve bireyin mücadele ettiği hayli gıpta edilen bir konum haline getirir. Bu da sömürücü kurumlarla idare edilen toplumları siyasal istikrarsızlığa itecek büyük güçlerin ortaya çıkmasına neden olacaktır.
· Büyük ekonomik değişim için zorunlu olan büyük kurumsal değişim mevcut kurumlarla kritik dönemeçlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkar. Kritik dönemeçler, 14. yüzyılda Avrupa’nın büyük kısmında nüfusun neredeyse yarısını yok eden Kara Ölüm gibi, Batı Avrupa’daki pek çok kişi için inanılmaz kâr fırsatları doğuran Atlantik ticaret yollarının açılması gibi ve dünyanın dört bir yanındaki ekonomik yapılarda hızlı fakat bir o kadar da yıkıcı bir değişiklik imkânı sunan Sanayi Devrimi gibi; bir ya da daha çok toplumdaki mevcut siyasal ve ekonomik dengeyi bozan büyük olaylardır.
· Doğal olarak, hem küçük farklılıkların hem de olumsallığın kilit rol oynadığı bir kuramın öngörü gücü sınırlı olacaktır. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından geçen yüzlerce yıl şöyle dursun, 15. hatta 16. yüzyılda bile kimse kapsayıcı kurumlara yol açacak büyük atılımın Britanya’da meydana geleceğini bilemezdi. Bunu mümkün kılan yalnızca Atlantik ticaretinin başlamasının yarattığı kritik dönemecin doğası ve özel bir kurumsal sürükleniş süreciydi. 1970’lerde Kültür Devrimi sırasında Çin’in yakında ekonomik kurumlarında radikal bir değişim yoluna sapacağına ve ardından tehlikeli bir büyüme rotasına gireceğine de kimse inanmazdı. Benzer biçimde 500 yıl sonraki durumun ne olacağını herhangi bir kesinlikte öngörmek de imkânsızdır.
· Hangi toplumların diğerlerine nazaran zenginliğe kavuşacağı hakkında kesin öngörülerde bulunmak zorsa da, kitap boyunca kuramızın tüm dünyada ülkelerin zenginlik ve yoksulluğu arasında görülen büyük farklılıkları oldukça iyi açıkladığını gördük.
· Daha ziyade, önümüzdeki birkaç on yılda ekonomik büyüme –bu muhtemelen sömürücü siyasal kurumlara dayalı bir büyüme olsa da– yakalayacak ülkeler yüksek ihtimalle belirli ölçüde bir siyasal merkeziyet sağlamış ülkeler olacak.
· Kuramımız ayrıca Çin’de olduğu gibi sömürücü kurumlara dayalı büyümenin ya da günümüz Rusya’sında olduğu gibi hem sömürücü ekonomik kurumlara hem de sömürücü siyasal kurumlara dayalı büyümenin sürdürülebilir büyüme getirmeyeceğini ve muhtemelen sıfırı tüketeceğini ileri sürüyor.
· Sömürücü kurumlar canlı ve umut dolu demokrasi yanlısı hareketlere rağmen kolayca kendilerini yeniden oluşturabilirler.
· Bugün Çin’de kârlı bir biçimde faaliyetlerini sürdüren çok sayıda şirkete rağmen ekonominin çoğu unsuru hâlâ partinin komuta ve koruması altında. Gazeteci Richard McGregor en büyük devlet teşebbüslerini idare edenlerin her birinin masasında bir kırmızı telefon olduğunu bildiriyor. Bu telefon çaldığında şirketin ne yapması gerektiği, neye yatırım yapması gerektiği ve hedefinin ne olacağı hakkında emirler vermek için arayan partidir. Partinin çok az bir açıklama yaparak bu şirketlerin başındakileri değiştirmeye karar vermesi, onları kovması ya da terfi ettirmesi bize bu dev şirketlerin hâlâ partinin kontrolünde olduğu gerçeğini hatırlatır.
· Bugün Çin’in ekonomik kurumları 30 yıl öncesine kıyasla karşılaştırılamayacak ölçüde daha kapsayıcı olsa bile, Çin deneyimi yine de sömürücü kurumlara dayalı büyümenin bir örneğidir. Çin’deki büyüme, yakın dönemde yeniliğe ve teknolojiye verilen öneme rağmen yaratıcı yıkıma değil mevcut teknolojilerin hayata geçirilmesine ve hızlı yatırıma dayanıyor. Ayrıca Çin’de mülkiyet hakları da tam anlamıyla güvence altına alınmış değil.
· Çin’in şu anki büyümesi ile Sovyetlerin 1950’ler ve 60’lardaki büyümesi arasındaki pek çok benzerliği hatırlatıyor. Sovyetler Birliği sömürücü ekonomik kurumlar ve sömürücü siyasal kurumlarla büyüme yakaladı; çünkü bir merkezi komuta yapısı sayesinde kaynakları zorla sanayiye, özellikle de silah ve ağır sanayiye tahsis etti.
· Yaratıcı yıkım bir zorunluluk olmadığında sömürücü kurumlara dayalı büyüme daha kolaydır. Çin’in ekonomik kurumları Sovyetler Birliği’ndekilerden kesinlikle daha kapsayıcıydı fakat yine de siyasal kurumları hâlâ son derece sömürücüydü. Komünist Parti Çin’de mutlak güce sahiptir ve tüm devlet bürokrasisini, silahlı kuvvetleri, medyayı ve ekonominin büyük bölümünü kontrol eder. Çin halkının siyasal özgürlükleri sınırlıdır ve siyasal sürece katılımları çok düşüktür.
· Ayrıca Çinli girişimciler de pek çok alanda büyük bir yaratıcılık sergilemektedir. Yine de bu büyüme, sömürücü siyasal kurumlar kapsayıcı kurumlara yol vermediği takdirde enerjisini yitirecektir. Siyasal kurumlar sömürücü kaldıkları sürece büyüme, tüm benzer örneklerde olduğu gibi, doğası gereği sınırlı kalacaktır.
· Çin örneğindeki bu arayı kapamaya, yabancı teknoloji ithalatına ve düşük kaliteli, ucuz imalat ürünlerinin ihracatına dayalı büyüme süreci muhtemelen bir süre daha devam edecektir. Yine de Çin bir orta gelirli ülkedeki yaşam standartlarına ulaştığında büyüme muhtemelen son bulacaktır.
· Bu nedenle Çin, ekonomik büyümeye sömürücü ekonomik kurumları sayesinde değil, onlara rağmen ulaştı; son 30 yıldaki başarılı büyüme deneyimi, sömürücü ekonomik kurumlardan belirgin biçimde daha kapsayıcı kurumlara doğru radikal bir değişim yüzündendi ve son derece otoriter, sömürücü siyasal kurumların varlığı bu süreci zorlaştırmıştı.
· Aslında, Çin Komünist Partisi’nin 1980’lerden beri uyguladığı gibi, bu tür bir büyümenin nedeni genellikle sömürücü kurumları kontrol edenlerin ekonomik büyümeyi bir tehdit olarak değil, rejimlerini destekleyen bir unsur olarak görmeleridir. Ayrıca Gabon, Rusya, Suudi Arabistan ve Venezuella’daki gibi, bir ülkenin doğal kaynaklarının değerindeki artışlardan kaynaklanan büyümenin ve petrol fiyatlarındaki artışlardan kaynaklanan büyümenin bu otoriter rejimleri kapsayıcı kurumlara doğru köklü bir değişime götürmesinin pek mümkün olmaması da şaşırtıcı değildir.

· Bu tarihten önce Zimbabve’deki enflasyon oranı yüzde 20’lerde seyrediyordu. 2002’ye gelindiğinde yüzde 140’a çıkmıştı; 2003’te neredeyse yüzde 600’dü; 2007’de yüzde 66.000 ve 2008’de yüzde 230 milyon!
· Son 50 yılda tüm dünyada pek çok hükümete “kalkınma” yardımı kapsamında milyarlarca dolar para aktarıldı. Bu paranın büyük kısmı Afganistan’da olduğu gibi genel giderler ve yolsuzluklar nedeniyle heba oldu.
· Kriz zamanlarında geçici bir çare olarak başvurulan insani yardım, örneğin yakınlarda Haiti ve Pakistan’a yapılan yardımlar, her ne kadar bunların ulaştırılmasında da benzer sorunlarla karşılaşılsa da kesinlikle çok daha yararlı olmuştur.
· Afganistan gibi ülkeler sömürücü kurumları yüzünden yoksuldur; bu kurumlar mülkiyet haklarının, yasa ve düzenin ya da iyi işleyen bir hukuk sisteminin olmamasına yol açtığı gibi, ulusal ve –daha çok– yerel elitlerin ekonomik ve siyasal hayat üzerindeki boğucu hâkimiyetine neden olur. Benzer kurumsal sorunlar da dış yardımın fayda etmeyeceği; yağmalanacağı ve gitmesi gereken yere ulaşamayacağı anlamına geliyor. En kötü ihtimal ise, yapılacak yardımların bu toplumların sorunlarının asıl kaynağı olan rejimleri destekleyecek olmasıdır. Sürdürülebilir ekonomik büyüme kapsayıcı kurumlara bağlıysa, sömürücü kurumların başındaki rejimlere yardım etmek çözüm olamaz.
· Birincisi, dış yardım dünya genelinde ülkelerin başarısızlıklarıyla mücadele etmek için etkin bir araç değildir. Hem de hiç. Ülkelerin yoksulluk döngüsünü kırmak için kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlara ihtiyaçları vardır. Bu bakımdan dış yardımın yapabileceği şeyler genellikle sınırlıdır, hele bugünkü örgütlenme biçimiyle yapabileceği hiçbir şey yoktur. Dünya eşitsizliğinin ve yoksulluğun kökeninde neyin yattığını kavramamız yanlış vaatlere umut bağlamamamız bakımından son derece önemlidir.
· Bunun yerine, dış yardımı yapılandırmak ve bu yardımlar sayesinde kendi başlarına siyasal alanda söz sahibi olamayan grup ve liderleri karar alma sürecine dahil etmek ve geniş halk kitlelerini yetkilendirmek muhtemelen daha iyi sonuç verecektir.
· Otoriter rejimler genellikle özgür bir medyanın öneminin farkındadırlar ve onunla mücadele etmek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar.
· Fujimori ve Montesinos medyayı kontrol etmenin siyasetçileri ve yargıçları kontrol etmekten çok daha önemli olduğunu düşünmüşlerdi.
· Çin’in bugünkü sömürücü kurumları da Çinli yetkililerin medya üzerinde kurduğu ve daha önce gördüğümüz gibi korkutucu boyutlara varan hâkimiyetine sıkı sıkıya bağlıdır. Çinli bir yorumcunun özetlediği gibi, “Parti’nin liderliğini sürdürmek için izlenmesi gereken üç prensip var. Bunlar; Parti’nin silahlı kuvvetleri kontrol etmesi, Parti’nin kadroları kontrol etmesi ve Parti’nin haber akışını kontrol etmesidir.”
· Medyanın katkısı ancak toplumun geniş bir kesimi siyasal değişim için harekete geçip örgütlendiğinde ve bunu da hizipsel nedenlerle ya da sömürücü kurumların kontrolünü ele geçirmek için değil, sömürücü kurumları daha kapsayıcı kurumlara dönüştürmek için yaptığında anlamlı bir değişimde rol oynayacaktır.

Sonraki
Sonraki

Küçük İşletmeler Ne Yapmalı? - Michael Gerber