Kurt: Avrupa, Türkler, Ergenekon, Hapishane ve Ahır!

tekamul.jpeg

‘’Tamamen değişik medeniyet alanlarında zuhur etmiş olmalarına rağmen, An­tik Roma medeniyeti ile Türk tarihi arasında arketipsel bir benzerlik vardır. İkisinde de dost niteliğini taşıyan en güçlü hayvan -yani kurt arketipi- bütün bir medeniyeti ve müş­terek tarihi başlatan bir sembol olarak ön plana çıkar.

Romus ve Romulus ikizleri, bir anaç kurt tarafından himaye edilirler ve sonrasında bu ikizler, Roma medeniyetinin temelini oluştururlar.(Aslında kurtarıcı anne kurt sembolü Romalılara Etrüsklerden geçmiştir. Bazı genetik araştırmalar Etrüsklerin Türklerle akrabalığına işaret ediyor olabilir, bkz. Alberto Piazz, Turin University)

Benzer şekilde, Ergenekon Destanının bize aktardığı gibi, Türk tarihi de bir bebeğin anne kurt tarafından kurtarılması ile başlar. Bu iki destanda da gördüğümüz müşterek arketipler, insanla dost olan bilge hayvan, yani kurt, mübarek çocuk ve anne tiplemeleridir.

Bilinçdışının bilinç üzerine olan tesirini anlamak için düşüncelerimizde bir adım daha ileri gidelim. Bu iki medeniyetin insanları, yani Avrupalılar ve Türkler, bir kurta baktıklarında farkına varmadan bir bilinçdışı aktivitesi yaşayabilirler (toplumsal bilinçdışı aktivitesi veya enerji düzeyi artar) ve o kurt sadece bir hayvan olmaktan çıkar, birçok şey ifade eden bir sembol hâline dönüşür.

Mesela, biraz komik gibi gelse de, annelerine baktıklarında farkına varmadan onu bir kurt gibi görebilirler! Yani “anne” hem müşfik ve koruyucu hem de bazı durumlarda bir kurt kadar tahripkâr ve parçalayıcı olabilir.(Psikoterapide aşırı müdahaleci annelerin hem çocuklarının hem de bazen gelinlerinin veya damatları­nın kişilik yapısında nasıl olumsuz bir rol oynadıklarını sıkça görürüz (gelin-kaynana muhabbeti!)

Biraz daha derine inersek, bu efsanelerden çıkardığımız ders, görünenin her zaman göründüğü gibi olmadığı, her şeyin çift yönlü olabileceği, en ümitsiz durumda bile bek­lenmedik bir yerden, beklenmedik bir yardım gelebileceğidir. Aslında korku, şiddet, ölüm sembolü olan kurt, birdenbire neredeyse sihirli bir güce sahip, müşfik bir kurtarıcı hâline dönüşür.

Bazı toplumsal arketipler yüzlerce sene “uykuda” kaldıktan sonra, eğer şartlar da müsaitse, birden uyanıp tüm bir toplumu tesirleri altına alabilirler. Bu manada aynı arke- tipin bilinçdışı bir süreç olarak paylaşılıyor olması, o toplumun bazı bireylerini bir mık­natıs gibi birbirlerine çekebilir.

Bir “ideal” etrafında kümeleşme/gruplaşma oluşabilir. Bu insan grubu, artık sadece bilinçleri ve bireysel bilinçdışları saikiyle değil, daha derin ve daha güçlü bir güdü ile düşünmeye, duygulanmaya ve harekete geçmeye başlarlar.

Eğer aklıselim (sağduyu) ve vicdan (rasyonel akıl ve gönül birliği) devreye girmezse; böyle bir hareketlenme veya arketip patlaması, felaketlere yol açabilir. Uyuyan bir göçebe millet, dünyayı istila edebilir (ör. Moğollar ve Hun alanları) ya da “Biz üstün ırkız” he­zeyanından esinlenen Almanlar art arda iki kere dünya savaşı çıkarabilir...

Nitekim; Eski dönemden bugüne modern bilim, Avrupa imparatorluklarının bu zihniyeti ile ilerledir. Elbette klasik Yunan, Çin, Hint ve Müslüman gelenek­lerinin eski bilimsel çalışmalarına çok şey borçludur, ancak kendine özgü yapısı ilk defa erken modern dönemde ortaya çıktı ve İspanya, Portekiz, İngiltere, Fransa, Rusya ve Hollanda’nın emperyal genişlemeleriyle el ele ilerledi. (‘’Bu erken modern dönem boyunca Çinliler, Hintliler, Müslümanlar, Kızılderililer ve Polinezyalılar Bilimsel Devrim’e önemli kat­kılar yapmaya devam ettiler. Müslüman iktisatçıların öngörüleri Adam Smith ve Kari Marx tarafından okundu, Kızılderili doktorları tarafından geliştirilen tedaviler İngiliz tıp metinlerine girdi ve Polinezya’dan toplanan veriler Batı antropolojisinde devrim niteliğinde değişimlerin yolu­nu açtı..’’ Bu kısım apayrı bir konu…)

Ama eğer bu bilinçdışı aktivitesi kontrol altında tutulabilir ve sel kanalize edilirse yapıcı, ıslah edici ve evrensel açıdan tüm dünyaya faydalı bir medeniyet de doğabilir; İslam’la müşerref olmuş Türklerin kurdukları Osmanlı Medeniyeti gibi. Hak din, bireysel açıdan alt bilinçdışım denetlediği gibi, toplumsal bilinçdışının aşırılıklarını da engeller.

Bu anlatılanlardan çıkardığımız sonuç; ferdî/bireysel bilinçdışının yanında, toplum­sal bir bilinçdışının da var olduğudur. Toplumsal bilinçdışının yapı taşları olan arketipler, tarih boyunca oluşmuş ve nesilden nesile aktarılan potansiyel davranış kalıplarıdır.

Eğer arketipsel zenginlik, olumsuz yönleri ile kontrolsüz olarak zuhur ederse, etrafını silip süpüren bir sel hâline dönüşebilir; ama olumlu yönleri ile de bir toplumun kemale ermesi, yani olgunlaşması için büyük bir fırsattır.

Bir çağın ruhunu belirleyen hâkim medeniyetin diğer medeniyetler üzerine en olumsuz etkisi; ya genel olarak arketipleri yok etmesi (ör. modernizm) ya da kendi arketiplerini kültürel emperyalizm vasıtasıyla empoze etmeye çalışarak “zorla” kabul ettir­mesidir.

Tarihini, dilini, kültürel mirasını reddeden ve yadsıyan bir millet, bu manada arketipsel zenginliğini “hadım eder” ve ödünç aldığı “kendine yabancı sembolizm” ne­deniyle hâkim medeniyet tarafından yutularak asimile edilir.

Nitekim Jung bu nokta da güzel bir ifade kullanır:

‘’Bir toplum ki insanı asli sembollerinden (arketiplerinden) hadım eder, o toplum artık medeniyet adını taşıyamaz; olsa olsa hapishane veya ahırdır…’’

Bir medeniyet, kendi tarihî sembollerini yitirdiğinde, onların yerine koydukları ile tatmin olamaz ve içsel yapısında bir boşluk ve hiçlik ile yüzleşebilir. Daha da vahimi, bu boşluk anlamsız politik ve ideolojik dinamiklerle dolabilir.

Bu süreç, o toplumun ruhsal açıdan “çölleşmesine” yol açabilir. Demek ki eğer bir arketipler sistemi, zorla değiştirilirse (ör. Maoizm ve Leninizm); bu değişimi yaşayan medeniyet, beyhude bir gayretle, anlam bu­labileceği yeni bir bilinçlenme ve farkındalık sistemi, hatta din “yaratma” çabasına girer.

Yoksa diğer medeniyetlerin tesirine kapılan, tarihini yitirmiş ve köksüz bir toplum oluşur. Fakat insan; dinî semboller ve kutsal arketipler olmadan yaşayamaz. Bu gerçeği anlayan “aydınlar”, kısmen bilerek, kısmen de kendi bilinçdışı ihtiyaçlarını tatmin etmek için kendi özel dinlerini, sözde tarikatlarını ve sahte peygamberlerini oluştururlar.

Evrensel kurtarıcı olan peygamber arketipi, tüm insanlıkta var olan, çok güçlü bir semboldür. Bu “peygam­ber” kâh bir filozof (Nietzsche ve Zarathustrası, Kant, Fechner vb.), kâh bir “nefsbilimci” (Freud, Jung vb.), kâh bir ünlü (Michael Jackson sonsuza dek yaşayacak) veya reformist bir politikacıdır.

Dinî sembollere benzeyen semboller ve ritueller, bu sahte peygambere yükle­nir ve bu kişi, zamanla bir idol/put hâline getirilir. Ama Leninizm, Maoizm ve Kemalizm benzeri örneklerde gördüğümüz gibi, “aşı” er geç tutmaz ve toplum eski değerlerine geri döner.

200 senelik dünya tarihine baktığımızda ise, akla tapan ve gönlü unutan Aydınlan­ma hareketi ile bu harekete paralel giden materyalist, indirgeyici, inançsız, dar ve ufuksuz dünya görüşünün, geçmişin birikimini ve bilgeliğini yok eden, belki de dünya tarihinin en tahripkâr medeniyet hareketi olduğunu görüyoruz.

Modernizm ve postmodernizm kural, gelenek, örf, âdet, ahlak tanımaz ve neticede bizi geçmişimize bağlayan göbek bağı kesil­diğinde aklıselim/sağduyu devreden çıkar. Bunu bugünkü trajik insan ve çevre kirlenmesi izler. Yakın tarihimizde gerçekleşen “reform”lar, belki iyi niyetlerle yapılmış olmalarına rağmen, maalesef bu sonuca varmışlardır.’’ (M. Merter, C.Jung, N. Hariri)

Önceki
Önceki

Rezonans Kanunu

Sonraki
Sonraki

''Kontrol edebilirsen; Fiziksel, entelektüel ve ruhsal açıdan başarı sağlar''