Bilgiyle Körleşmek: Nurdan Nara Matrix’in Kalbi
Bu Hafta Bültende Neler Var?
Bilgiyle Körleşmek: Nurdan Nara Matrix’in Kalbi
‘’Kızımı Sana Vermem’ demişti…
Sam Altman: Günde 15 Saat Oruç Tutarım
Bu Dizide Anlatılanlar Gerçek Olabilir mi?
Zenginler Nasıl Vergi Kaçırıyor?
Z Kuşağına Liderlik Etmek: Yeni Neslin Potansiyelini Keşfedin
Ergenlik ve Adolescence
Beyin Göçü: Akıllı Telefon ve Bilişsel Kapasite
55 Yaşındaki Genç
Liderlerin Kendi Kendilerine Sormaları Gereken 18 Soru
Gökyüzünde Kan Kırmızısı Bir Güneş ve Depremler Başladı
Üç Kitap
‘Eğer önünüzdeki gerçeklere yanıt veriyorsanız…’
Haftanın Videoları (13 Video)
Haftanın Makaleleri (11 Makale)
Haftanın Yapay Zeka Manşetleri
Makale içeriğindeki bazı bölümlerle belki birçok bilgimiz olabilir. Ancak, detaylarda çok önemli noktalara temas ediliyor ve meselenin ciddi bir şekilde ele alınması vurgulanıyor.
Günümüz ve geleceğimiz için önem arzeden Psk. Merter’in makalesini elimden geldikçe detaylı olarak özetlemeye çalışacağım. Zira, çocuklar-yetişkinler ve yaşlılık dahil insana dair her safhayı ilgilendiren bir mesele.
Yazar, modern dünyanın birey üzerindeki en sinsi etkilerinden olan teknolojinin cazibesiyle şekillenen yapay bir gerçeklik üzerinde duruyor. Mevzuyu psiko-spiritüel bir perspektiften ele alarak, insanın hakikatle bağını nasıl kaybettiğini ve bunun ruhsal yansımalarını gözler önüne seriyor.
Merter, Matrix filminden ilhamla oluşturduğu bu kavramsal çerçevede, bireyin dijital dünyanın sunduğu sahte özgürlükler ve kimlikler içinde nasıl esir düştüğünü açıklarken; aslında modern insanın içinde bulunduğu varoluşsal kopuşu teşhis ediyor.
Makale, bu sendromun sadece bireysel psikolojiyi değil, kolektif bilinçaltını ve toplumsal yapıları da etkileyen çok katmanlı bir mesele olduğunu ortaya koyuyor. Okuyucuya hem düşündürücü hem de dönüştürücü bir bakış açısı sunan bu metin, hakikate uyanış çağrısı niteliği taşıyor. Şu veriler ise zaten durumunun vehametini açıkça ortaya koyuyor;
‘‘Ekran zamanı günde 5 saat ve üstü olanlarda intihar düşünceleri %48 oranlarındayken, günde 1 saat ekran başında kalanlarda bu oran %28’e iniyor. Yani bütün cazibesine rağmen “Matrix” hayatı çok sıkıcı, boğucu, hatta ölüme davet edici bir yer.’’
Evet, ekran başında geçirilen zaman ne kadar uzunsa farkına varmadan sanki o kadar büyük bir bir istilaya uğruyoruz. Bize ait olmayan sözde değerler, davranış biçimleri, duygular içimize işliyor; şaka gibi gelse de “Matrix” içinde sanal bir hayat sürdürmeye başlıyoruz.
Bu durumu yakın çevremizde de çokça görmeye başladık.
Misal algoritmanın gösterdiği her paylaşıma; -yüzde 99.9’u kendisini ilgilendirmeyen meseleler olmasına rağmen- bir şeyler yazma hissi, laf sokma alışkanlığı, hakaret etme karakteri, ilmi kibir, eziklik musibetinin getirdiği varolma mücadelesi vs.. gibi birçok psikoz ile normal olduğu düşünülen bir hayat yaşanmaya başlandı. Allah muhafaza. Birçok insan bunun farkında dahi değil. Kibrin getirdiği korkunç bir mizac çürümesi insanları çok ciddi yıkımlara götürüyor.
Yazarın dediği üzere;
‘‘Kalb, “rûh ve beden birlikteliği” içinde yaratılmış insanın aslî yönüne açılan bir geçittir; tasavvuf mecazlarında bu geçit bazen bir kale kapısına benzetilir. Bu geçidin hemen ardında duyu ve duygularımızın letâfet kazandığı (inceldiği) bir varoluş alanı vardır. Hakim Senâi Hazretleri (ks) burayı “Cân Vilâyeti” diye tanımlar. Burada artık nazar sathî (yüzeysel) görüşü, “müşâhede” hâline tebdîl olunur; yani eşyânın ve insanın derin hakikatine şâhid olmaya başlarız.
Çevremizden ve iç dünyamızdan bize devamlı işâretler gelir. Mesela Zâriyat Sûre-i Celîlesi 20-21’de: “Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefislerinde âyetler (işaretler) vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” buyurulur.
Bizim bu işâretleri göremememizin sebebi ise, beş duyu organımız vasıtasıyla bizlere ulaşan verilerin zihnimizle sınırlı kalması, kalbimize vâsıl olmamasıdır. Çünkü kalb adeta bir bilgi işlem merkezi gibidir ve tüm bu hakikat şifreleri ancak kalbde çözülebilir.
Eğer hatalarda ısrar edilirse nefsin bodrum katlarına doğru bir alçalma başlar. Kâlb geçidinden süzülüp gelen ve dünyaya anlam veren o anlatılmaz ışık yani nur birdenbire kesilmediği için bu düşüşün farkına varmayız. Böylece nûr ve âyet yoksunluğu eziyeti başlar. Eziyet; çünkü “nûr”dan kesilme “nâr” (=ateş) içine düşme mânâsına gelir.
Bu eziyet, Beled Sûre-i Celîlesi’nde gördüğümüz “kebed” sıkıntısıdır. Yani dış görünüş açısından her şey yolunda gidiyor, zenginlik ve refah yaşıyor olsak bile, eğer sıkışıp kaldığımız nefs-i emmârenin bir zar gibi etrafımızı saran görünmez sınırlarını aşamaz, felâh hâlini yaşayamazsak, varoluşumuz sanki karanlık bir hapishane hücresinde gibidir.
Bu verilerin kalbe vâsıl olamamasının ise çeşitli sebepleri vardır. Aslî sebep, insanın sadece Kur’ân-ı Azîmüş-şân âyetlerine değil, hem kendi nefsinden ve hem de çevresinden kendisine vâsıl olan işâret mânâsındaki âyetlere karşı büyük bir direnç göstermesi ve inanılmaz akıl oyunları ile kendini kandırmasıdır.
Bir diğer sebep; günahlara meyledilirse, kurallara uyulmazsa bu geçidin kirlenmesi ve “kararması”, dolayısıyla insanın kendi hataları sebebiyle bu hayat kaynağından kesilmesidir (azâb); böylece Rabb’imizden lutfedilen işâretleri alamaz hâle geliriz. Bu kurallar, en temel tabiriyle, Rabb’imizin “yap” dediklerini yapmak, “yapma” dediklerinden de uzak durmaktır.
Ama bir de, kurallara genel olarak uyulsa ve büyük günahlara tevessül edilmiyor olunsa bile, içimizde yaratılışımız itibariyle mevcud olan gölgeleri, yani bencillik, ucûb, riyâ, cimrilik, hased gibi çeşitli nefsî yönlerimizi de mümkün olduğunca terketmek ve aşırı dünya sevgisine ve “put”lara da meyletmemek gerekir.
Bu “put”lar; maddiyat, makam/mevki hırsı, tûl-i emel (uzun vadeli emeller), “izm” sözde dinleri & sahte peygamberleri veya narsisizm misalinde olduğu gibi insanın kendi kendisi olabilir (rasyonalizm, kendi aklına tapma, gnostik/agnostik büyüklük hezeyanları veya zamana karşı savaş, estetik ameliyatlar…).
Yani Rabbu’l Âlemîn’in dışında aşırı bir iştiyakla sarıldığımız mâsivâ (Allah ve Resûlü’nden başka her şey), putlaşma tehlikesini getirir. Ve ne zaman himmetimiz bu put üzerine yoğunlaşırsa ilâhi koruma azalır (kendi yaptırımımız dolayısıyla) ve bu putlar kâlbimizi istila eder.
Kalb geçidini bloke eden herhangi bir “put”, hemen akabinde insanı perdeler ve fuyuzât-ı rabbaninin (ilâhi feyizler/taşmalar) ve insanı her türlü psikolojik rahatsızlıktan koruyan ve nâr/maddiyat ateşini söndüren nûrun akışını durdurur.
Eğer, bu “işâret /âyet”ler kalbimizden bizlere ulaşır ise, çok önemli iki temel değişikliğe sebep olurlar:
Kalb geçidinden ilhâmat, füyuzât, vâridât ve tulûat gibi ilâhî enformasyon akışı gerçekleşir; rasyonel aklın fikir dalgaları bu enformasyon ile birleştiğinde şüphe, tereddüt, belirsizlik gider ve yerini irfân, mükâşefe, hikmet gibi ince görüşlere bırakır; böylece sis perdesi kalkar ve içimizde hakîkat güneşi doğar. Yani kalb, sanki bir “yüksek bilgi işlem merkezi” gibidir; rasyonel akıldan gelen bilgiler burada ayıklanır, seçilir, ve arıtılır.
Sis perdesi kalkıp kalb geçidi aralandığında ise, çevremizdeki eşyâyı ve insanı başka gözlerle yani basîret nûru ile görmeye; ve ayrıca duygu benzeri ama daha uzun tesirli “hâl”ler, yani rûhânî hazlar da yaşamaya başlarız. Bu “işâret”leri ve rahmânî hâlleri hissedememek, bunlardan mahrum kalmak ise insana acı verir; insan bir tür “işâret ve hâl açlığı” çeker. Yani bu hâller psikolojik açıdan, depresyon ve evham gibi bazı rahatsızlıklarımızın da ilacı gibidir.
Kalb, her insanda `nûr` tecellisinin en kesif (yoğun) olduğu nefs yapısıdır. Bu yapıyı `geçit` yerine başka bir mecazla tanımlarsak, örneğin bir merceğe benzetirsek, bu ``mercek`` temizlendikçe dünya nûrlanır. Nûrsuz hayat ölüm gibidir.
Kalb geçidinden akıp gelen işâretlere ve nûra acilen ihtiyacımız vardır; yoksa “içimiz sıkılır”, “kalbimiz kararır”, “içimize kasvet çöker” ve sonunda “dünyamız da kararır”. Bu durumu “insanın aslî nûr ve işâret iştiyakı” diye tanımlayabiliriz.
Kalb ve civarı, yani sadr alanı, psiko-patolojinin (psikolojik hastalıklarımız) azaldığı nefs konumudur. Kalb geçidine yaklaştıkça kaygı, esef, keder, hüzün, pişmanlık, suçluluk, yetersizlik, abartılmış utanç, öfke, nefret vb. duygular farkedilir bir düşüş gösterir. Nûr tecellisi, “nâr”ı söndürür; içimizin yanması azalır, göğsümüze bir ferahlık gelir; sanki kalbimizin üstünden tonlarca yük kalkar. Kalbin insanın mânevi acıları üstündeki bu tesiri psiko-patolojiye yepyeni bir yaklaşımı mümkün kılar.
Psikoloji ilminin doğduğu şu son iki yüz sene içerisinde biz patolojinin sebebini hep zihinde ve dimağda aradık, ama şimdi Nefs Psikolojisi vasıtasıyla anlıyoruz ki esas mesele kâlbimizdeymiş; şifâ oradan geliyormuş. Nûr mahrumiyetinin depresyon ve evham hastalıklarının etiyolojisinde (nedeninde) anlamlı bir rol oynadığı hakikati, bütün profilaksi (hastalık meydana çıkmadan tedbir alma) ve tedavi stratejimizi yeniden değerlendirmemizi elzem kılar. Bu durum özellikle çağımızda küresel bir epidemi hâline dönüşmüş sanal bağımlılık alanı için geçerlidir.
Kalbimiz devreye girdiğinde yaşadığımız bu rahmânî hâller, haz sisteminin verdiği geçici hazlardan çok daha güçlü, uzun süreli ve farklı hazlar verirler. Mesela sürûr
(aslî varoluş neşesi), tesirini uzun müddet sürdüren, hayata bakışımızı değiştiren ve içinde hiçbir şekilde hüzün barındırmayan sevinç hâlidir. Selâm
(aslî barış hâli) bütün varlıkla derin bir kardeşlik, barış, esenlik hâli yaşamak demektir.
Yani Rabb'imizin sözünü dinleyip kalb geçidine yaklaşabilirsek bildiğimiz bütün hazların ötesinde, fevkinde (üstünde) haz üstü hazlar yaşamaya başlarız, iç cennetimizin safâ
sını süreriz. Ve bütün bu hâller bu dünyaya göre, kıyas kabul etmez derecede daha aydınlık
bir âlemde yaşanmaya başlanır, işte bu ışık üstü aydınlığa nûr
denir. Rûh
gibi mahiyetini (niteliğini) bilmesek de bu nûr
ile buluşunca rahatlar, ferahlar, sakinleşir, huzura kavuşuruz. Bütün bu anlatılanlardan çıkan netice, şimdiye kadar bildiğimiz haz sisteminin ötesinde, kalbî derinliklerimizde yer alan, aslî (asıl) bir haz sisteminin varlığıdır.
Cep telefonu/ekran temâsının kalbimizle alâkası nedir?
Çağımız insanının en vahim meselelerinden birisi aceleciliğidir
. Şehevi arzuların kamçılamasıyla (biz burada şehveti sadece cinsellik olarak değil, umumi mânâda arzu, istek olarak anlıyoruz) asrımızın insanı zihin labirentlerinde bir oraya bir buraya, neredeyse ölesiye koşturur durur.
Bu hızlı varoluşun son belirtilerinden birisi de, sanal hızlanma
dır. Artık mekân değiştirme zahmetine de ihtiyaç kalmaz, mekân ışık hızıyla bize gelir. Yaşanan bu uyaran ve malumat (enformasyon) enflasyonu modern insanı o zihin labirentlerine daha da hapseder ve kalb nûrundan mahrum kalırız.
Zihin labirentlerinde sıkışıp kalma ve kalb boyutuna geçememe ise bazı patolojilerle (fiziki ve psikolojik hastalıklarla) doğrudan bağlantılı görünüyor. Evham (kaygı) dehşet verici bir hızla artıyor ve hususiyetle gençler büyük kriz yaşıyorlar.
Sanallıkla ve özellikle cep telefonu ekranı ile aşırı temas, farkına varmadan bizi art arda gelen ışık ve çoğu zaman lüzumsuz enformasyon akışı ile sersemletir ve bütün bu enformasyon, dimağa takılıp kaldığı için kalbe ulaşmaz. Basîret ve yakîn nûrundan mahrum kalırız, ilâhi âyetlerle bağlantımız kesilir, eşyânın ve insanın hakikatini göremediğimiz için dünya anlamsızlaşır, karanlıklaşır… Ve depresyon, evham vb. patolojilerde 2012'den itibaren izlediğimiz gibi, bir patlama yaşanır.
Rasyonel aklın çok hızlı yön değiştirmesi, aceleciliği, hırsı sebebiyle bir
şifre
yi çözmeden bir diğerine atladığı için, her ne ise o sembolün mânâsı üzerine tefekkür edemeden bir diğerine geçer. Halbuki ulaşan sembolün kalbe inmesi ve orada mânâ kazanması elzemdir. Özellikle sanal dünya ile aşırı temas insanın hazmedemeyeceği kadar bilgiyi çok kısa zamanda akla boşalttığı için, bu bilgi enflasyonu çoğu zaman ne bir işe yarar ne de Rabb'imizle yakınlaşmaya vesile olur.
Asrımızda insanlığın nefs-temizliğini (psiko-hijyen) ifsad eden (bozan) en mühim tesirlerden birisi sanallıkla aşırı temas. Hiç şüphe yok ki bu renk, ışık, malumat bombardımanı altında tefekkür odaklaşması artık mümkün değil. İnsanlık farkına varmadan, usul usul
esfele safilîn
derinliklerine,Matrix alemine
doğru iniyor.
Zihin Hakk'a götüren yolda işe yaramayan bilgilerle dolduğunda, bütün
ince
duyular dumura uğruyor (mühürleniyor) ve kalbtortularla
örtülüyor. Bu sebeple zihne yönelik bilgi/enformasyon akışınınfiltrelenmesi
çok mühim. Gerek görsel/işitsel medya yönünden, gerekse okuduğumuz kitap, magazin, gazetelerden bizlere ulaşan ve umumiyetle rahmâni olmayan enformasyon bütün dengeyi bozuyor. Reklamlar vasıtasıyla lüzumsuz şeylerin ihtiyaç gibi telkin edilmesi; gıybet, dedikodu, fuhşiyatı körükleyen yayınlar Rabb'imizle irtibat kurabildiğimiz kalbimizi köreltiyor.
Dezenformasyon, akla değişik kanallardan ulaşan
bilgilerin
kalbe yükselmemesi, üzerlerine derinliğine düşünülememesidir. Bilgi akışı ne kadar yoğun ve hızlı ise, mesela internet bağımlılığında olduğu gibi, o kadar sersemliyoruz; idrak, doğru hüküm verme kabiliyetimiz azalıyor. Yani kayboluyoruz; derin, karanlık birsis
içinde el yordamı ile hayat yolunu bulmaya çalışıyoruz. Akıl-kalb bağlantısını bilmeyen, hatta kalbi inkâr eden bir psikoloji paradoksu içindeyiz.
R. Kubey ve M. Csikszentmihalyi’nin gerçekleştirdiği çalışmaya göre, uzun süre TV seyrederken kişi sanki bir tür hipnoz halindedir; rahatladığını zanneder ama bu hipnozdan ancak aleti kapattığında uyanır ve hem yaşadığı deneyimin kendine fayda sağlamadığını, hem de var olan enerjisinin emilip gittiğini hisseder.
Evet, internet bağımlılığı kategorize edildiğinde çıkarılacak birçok ders var;
Haber bağımlılığı
Kumar bağımlılığı
Pornografi bağımlılığı
Müstehcen iletişim bağımlılığı (hat üzerinden flört vs.)
Sosyal paylaşım ağları bağımlılığı (communication addiction disorder /facebook, twitter)
Sinema filmleri izleme bağımlılığı
İnternet oyunları bağımlılığı
İnternet üzerinden alışveriş bağımlılığı
İstatistiklere bakarsak, interneti ilk defa kullanan kişilerin %25’i, ilk 6 ay içerisinde internet bağımlılığı kriterlerine uyuyor. Güney Kore’de 18 yaş altı gençlerin %30’u internet bağımlılığı riski altında. İngiltere’de öğrenciler arasında gerçekleştirilen bir başka araştırma, hastalık derecesinde internet kullanımını %18 oranlarında gösteriyor.
Patoloji göstergesi, bu çocukların akademik performans ve insan ilişkileri noktasında yaşadıkları problemler açısından değerlendirilmiştir. İş kaybı, boşanmalar, borçlanmalar ve akademik başarısızlıklar sosyal yan etkiler arasında sayılabilir.
Başka araştırmacılar da, mesela T. Mulholland, M. Smith/A. Gevins de aynı sonuçlara varırlar. Yale Üniversitesi’nden Jerome Singer ise bir başka konuya dikkat çeker. Çocukluktan beri çok fazla televizyon izleyen insanlarda hayal edebilme kabiliyeti azalır, başkalarının hayalleriyle yaşanır, yaratıcılık dumura uğrar.
Yapılan son tahminlere göre, günde 3-4 saat televizyon izleyen bir insan, senede 20.000 reklam yayını, 12.000 şiddet sahnesi (film ve haberlerde) ve binlerce cinayet, tecavüz görür.
Bu durum seneler boyu artan dozlarda devam ederse insan artık kendiyle yalnız kalamaz. Beyin uyarılmak ister; bu tarzdaki ışık, ses vb. uyaranlara bağımlı hâle gelir; boşluğa dayanamaz. Yalnızlık, kaygı, öfke artar ve kişi patlamaya hazır bir bomba hâline dönüşür.
Bir başka veri ise şöyle diyor;
Kendinden emin olmayan, obsesif yapıdakiler, dışlanmaktan çok çekiniyorlar ve mesaj yolladıktan sonra hemen cevap gelmezse kaygılanıyorlar; ne kadar çabuk ve çok cevap gelirse özgüvenleri o kadar artıyor.
Çalışma; dışadönüklük (extraversion), nörotizasyon, itkisellik ve bağımlılık arasındaki anlamlı ilişkiye işaret ederken, bazı daha kötü sonuçların da meydana çıkabileceğini gösteriyor.
Özellikle bazı kişilerde cep telefonu bağımlılığı o dereceye gelmiş ki, uyku eksikliği yüzünden ağır krizler yaşayabiliyor, hatta intihara bile sürüklenebiliyorlar.
Bazı düşünce, duygu ve davranışlardan hoşlanma, haz alma demek, beyin merkezindeki belirli merkezlerin “dopamin” ve benzeri hormonları (aslında nörotransmiterleri) salgılaması demektir. İnternet üzerinden bize ulaşan verilerin bu kadar çekiciliği varsa, beynimiz daha fazla “dopamin” salgılıyor mânâsına gelir. Fakat insan yapısı gereği, sadece faydalı alışkanlıklar değil; sigara, esrar, alkol gibi zararlı olanlar da aklı mantığı yenerek haz ve keyif verirler. İnternet üzerinden ardı ardına gelen veri ve enformasyon akışı da merakımız tatmin olduğu için bizlere “dopamin duşu” yaşatır; bu sebeple bağımlı oluruz.
Bilinmesi gereken nokta şu ki; İnsan sadece dopamin ve endorfin hazları tarafından yönetilmez; nefs-i emmâre’nin kimyası ile üst âlemin kimyasının birbirinden farklı olması gerekir. Yoksa bir insanın bir diğeri için hayatını fedâ edecek derecede fedâkârlık yapmasını izah edemezdik. İnsan, laboratuvarda bulunan birkaç aminoasit formülünden ibaret değildir; sadece ceset de değildir.
Evet, ne yazık ki ruhsal olarak durumumuzun çok farkında değiliz; Çünkü, burada insanın en ilginç zaaflarından birisi devreye giriyor: kendi kendini kandırma veya inkâr (İng. denial) direnci.
Bakın artık akıl, tecrübe, ilim, her şey biter. Sigara bağımlısı bir tıp doktoru, hatta göğüs hastalıkları dalında öğretim görevlisi bir profesörü düşünün; içtiği sigara paketinin üstünde “sigara öldürür” yazmasına rağmen, fosur fosur içmeye devam eder. İşte bu inkâr durumu, Matrix Sendromu’nda çok daha güçlü görünüyor ve işimizi zorlaştırıyor.
Bazı uyaran ve davranışlar sıralandığında ise durum biraz daha netleşiyor;
Moda; hep daha çarpıcı, daha renkli ve daha tahrik edici.
Gıda endüstrisi; tabiî şeker (fruktoz) yerine fabrika şekeri (glikoz daha tatlı gelir ama vücut tarafından daha çabuk yakıldığı, metabolize olduğu için bağımlılık yapar).
Yine gıda endüstrisi çerçevesinde suni tatlandırıcılar ve boyalar.
Tarım alanında kullanılan hormonlar, genetik manipülasyon. Artık neredeyse, ekolojik şartlarda yetiştirilenler dışında normal meyve kalmadı; hep daha büyük, daha renkli vs. hâlinde üretiliyor.
Tabiî hâlinden çıkarılmış, rafine edilmiş yiyecekler; kepeğinden arınmış beyaz ekmek, rafine edilmiş sıvı yağlar, pirinç vs.
Fast food endüstrisi, Big Mac kültürü.
Normal meşru cinsellik yerine erotizm, pornografi vs.
Estetik ameliyatlar, büyütülen göğüsler, dudaklar vs.
Kozmetik endüstrisi -sarışınsan güzelsin- uzun kirpikler, tırnaklar vs.
Aşırı yüksek, sağlığa zararlı topuklu ayakkabılar.
Felaket filmleri, korku filmleri, olağandışı canavarlar; King Kong, Drakula, süper güçlü insanlar, mutanlar, avatarlar vs.
Ölümsüz, sonsuz devamlılık arayışı ve bu temada tekrarlayan Hollywood filmleri (mesela Star Wars), Şehrazad Sendromu (masal biterse hayat da biter).
Güzellik yarışmaları; en güzeli, en “bilmem nesi” vs.
Beden geliştirme ve anabolizan hormon endüstrisi.
Tehlikeye meydan okuma; bungie jumping, serbest stil dağ tırmanışı, sky-diving, süratli araba ve motosiklet sürme tutkusu vs.
Aşırı gürültü arayışı; diskotekler, araba içi müzik vs.
Oyuncak endüstrisi; Barbie bebek tutkusu ve büyüyünce, onun gibi olma hezeyanı (ölesiye rejimler, anoreksiya nervosa).
Ve her yerde, her zaman, her yere, her habere, her bilgiye işitsel ve görsel olarak ulaşabilme iddiası.
Bakın guguk kuşları bizi nerelere getirdi! Nefs-i emmâre yapısının en ironik yönü; hayatta kalıyorum derken, kendine, gem vuramadığı arzuları nedeniyle zarar vermesi. Balığın, gerçeğinden daha renkli ve büyük görünen çapari yeme gelmesi gibi, tekâmülü duraklamış insan da yemleneceğim derken yem oluyor.
Nitekim, Dr. Jean Twenge diyor ki;
‘‘Gerek istatistiksel gerekse deneysel veriler, sosyal medya ve elektronik aygıt kullanımı ile yalnızlık, mutsuzluk, depresyon ve intihar riskinin artması arasında ilişki olduğunu gösteriyor.’’
2011-2012 yılından itibaren (ABD'de cep telefonunun yaygınlaşmaya başladığı tarih) kaygı, depresyon ve intihar oranları ciddi derecede artmış durumda. Bir önceki nesil (Ben nesli
) ile bu neslin arasındaki en önemli fark, öz-değerlilik duygusu. Depresyon, kronik kaygı gibi ağır patolojilerin bir giriş kapısı olan öz-değersizlik duygusu, 14-16-18 yaş grubundaki ergenlerde 2012 yılından itibaren görülmeye başlıyor. Bu neslin mensuplarının genç olgunlaştıklarını ve ebeveynlerine daha uzun müddet bağımlı kaldıklarını anlıyoruz.
Muhakeme, karar alma ve uygulama fonksiyonlarını kontrol eden beynin ön kısmının işlevinin bu gençlerde yaşlarına göre yetersiz olduğu gözlemleniyor.
Kendini yalnız hisseden 8. ve 10. sınıf öğrencilerinin oranı 2015 yılında, 2011 yılına göre sarsıcı bir şekilde %31, 12. sınıf öğrencilerinde %22 arttı.
Üç yaş grubunda da dışlanmışlık hissi tüm zamanların en yüksek düzeyine ulaşmış durumda. (Dışlanmışlık hissetme eğilimi hem erkek hem kız çocuklarda görülse de özellikle kızlarda keskin bir artış var.)
Yazar, meselenin Nefs Psikolojisine göre bakan yanını ise şöyle anlatıyor;
Yazılan binlerce sayfa kitap, makale, anketler, deneyler, hep nefs-i emmâre mertebesine yönelik. Çünkü Batı psikolojisi ve psikiyatrisi bu mertebenin üstünü bilmez; yadsır, inkâr eder. Evet, belki A. Maslow, ihtiyaçlar hiyerarşisi ve kâmil insanlar üzerine orijinal görüşleri ile bir istisna teşkil eder; eder, ama o da materyalist paradigmanın içerisinde egzotik bir kuş gibidir. Daha derinliğine araştırılmadığı ve nefs yapısı bilinmediği için kimse Maslow’un ne dediğini tam anlamaz. Mesela, tüm bu haz arayışları çerçevesinde mânevi haz ve diğerkâmlığın, fedakârlığın insana yaşattığı hâller de kaynayıp gider; gider, çünkü “hâl” de bilinmez.
Eğer tarafsız bir değerlendirme yaparsak gerek iş, gerek bilim, gerek iletişim, haber, eğlence vs. dünyalarında internet ve görsel teknolojinin sunduğu avantajlar inkâr edilemez; fakat bütün mesele bunun makul, zararsız ölçüsünün ne olduğudur. Bu soruya David N. Greenfield’in cevabı, “Genel mânâda sağlıklı olmak; insanın, mânevi yönlerini de ihmal etmeden, tümcelliğini yaşamasıdır” şeklinde geliyor. “Hastalık” (İng. dis-ease) bu mânâda bu tümcelliğin, iç ahengin bozulması; bağımlılık da bunun göstergesidir.
Yazar bu dengenin ne dereceye kadar bozulabileceğini göstermek için, Sandra Hacker’in hikâyesini misal veriyor. Bu hanım çocuklarını pislik ve sefalet içinde bırakırken, kendisi özel internet mabedinde, bakımlı odasında, günlerini internet başında geçirdiği için şikâyet edilmiş biri. Yani öyle bir güçlü bağımlılık fenomeni ile karşı karşıyayız ki, insanın en asil annelik duyguları bile dumura uğrayabiliyor. “Peki, ne oldu da bu kadın ve benzeri insanlar böyle bir temayüle girdiler?” sorusuna Greenfield, “Sıkılıyorlar” cevabını veriyor. Bu sıkıntının Nefs Psikolojisi’ne göre tanımı, “kabz” hâli, yani “bast” hâlinin zıt kutbudur.
Bir başka deyişle, insanlar temel bir varoluş sıkıntısı (basic existential boredom) yaşıyorlar; ölesiye sıkılan bir medeniyet ile karşı karşıyayız.
Özetlenecek olur ise farkında olmadığımız bu bağımlılık neticesinde:
İnsanın üst boyutları ile teması temsil eden kalp kapısı tıkanır, gönül alanına geçemeyiz, “Can”ımızdan koparız.
Bu tıkanıklık, lâtif duyular, duygular ve hâlleri yaşamamızı engeller. Merhamet, basiret, feraset, sürûr, itminan, reca’ gibi varoluşumuz için olmazsa olmaz önem taşıyan derin insani değerler körleşir.
İnsan ilişkileri var gibi görünürken, gittikçe yüzeyselleşir. Aşk ucuzlar; anonimite arttıkça, ilişkinin esas boyutu, “Can”ların teması, muhabbeti azalır. Sanal ilişkinin aksine, gerçek, “Can”lı ilişkide insan sadece ışığın fiziki yapı taşlarını, fotonları algılamaz; nûru da algılar. Nûrsuz ilişki ölü ilişkidir, hayatın gölgeli hâlidir. Bu mânâda sanal ilişki bırakın yakınlaşmayı, birikim yaptığında, bizleri birbirimizden daha da uzaklaştırır, nûr açlığı oluşturur. Bu açlık sebebiyle evde gül gibi karısı, kocası, çocukları yanı başındayken, insanlar divane bir Mecnun gibi, sanal Leyla’yı ararlar (ABD’de internet bağımlıları %31 oranında evlilik dışı ilişki yaşarlar).
Gerçek hürriyetin, bulunduğumuz nefs katından daha üst bir kata tekâmül etmek olduğunu hatırlarsak sanallık, sınırların aşılması ile ışık hızında bir genişleme yaşanıyor yanılgısına sebep olur. Evet, dünyanın ve evrenin bütün sırları, Google Baba’nın sihirli kutusunda gizli gibi görünür ve buraya ulaşım büyük bir güçlülük duygusu verir. Fakat insan bilmez ki, gönüle ulaşmayan bilgi fazlası, sadece akla depolandıkça kulak, burun ve ağız deliklerinden taşıp gider. “Baş” büyür, şişer, artık neredeyse taşınamaz hâle gelir ve kalp kapısı daraldıkça daralır.
Sanal medyanın gayri-ahlâkî içerikleri hırs, şehvet, gurur, kibir, ucûb, öfke, nefret, kaygı ve benzeri duyguları tetiklediği için alt bilinçdışı kompleks ve gölgeleri daha aktif hâle gelir. Bu aktivite davranışa dönüştüğünde, aşağılara doğru düşüş de başlar. Gıybet, iftira, suizan izlendiğinde -aslında dışarıya yansıttığımız, kendi kusur ve rezilliğimiz olduğu için (yansıtmalı özdeşim)- öz eleştiri kabiliyetimizi kaybeder ve ucûb (kendini beğenme) hâline geçeriz. Nefs-i levvâme katının ibret, aklıselim, vicdan görüşü gittikçe azalır, muhakeme kabiliyetini yitiririz. Ayıpların, kusurların teşhir edilmesi, insanlar arasındaki bilinenin ötesinde derin bağlar nedeniyle hem o sergilenen kişiye zarar verir (sanki canlı canlı onun etini yemiş gibi oluruz) hem de bize.
Neticede 4 ilişki kategorimiz dumura uğrar; insanlara yakınmışız gibi görünürken yabancılaşma artar. Tabiat ve dünya ilişkisinde eşyanın hakikatinden koparız; “âyet”leri (ilâhî işaretler) artık göremeyiz, hissedemeyiz. Kendi kendimizden, özellikle de “Can”ımızdan uzaklaşırız. Ama en belirgin ve üzücü olanı, kendini aşma, transendenz kabiliyetimizi yitirir, Matrix’in sanal âlemine hapsolur ve sahte hâllerle (false states) kendimizi avuturuz. Aşkın (müteal) bir Tanrı kavramı, O’ndan gelen işaretleri artık alamadığımız için, gittikçe silinir. Bu durumda ya alternatif idol arayışı başlar ya da bir iman sahibiysek artık ibadetlerimizden aynı hazzı alamaz duruma geliriz. Namaz boş bir ritüel hâline dönüşebilir, “yıldızlar kapısı” artık geçit vermez.
Ve bu boşluğu, hiç vakit kaybetmeden, “mutlak etkinliğin” (absolute efficency) sözde sahibi, Abraxas efendi doldurur…
Evet, yazarın çözüme yönelik bazı tavsiyeleri var. Makaleye bakılabilir.
Ama ben genel olarak şahsi hayatımda da kullandığım bazı maddeleri eklemek istiyorum;
Matrix Sendromu’nun yarattığı ruhî ve psikolojik tıkanıklıklardan kurtulmak için hem davranışsal hem de manevî pratikleri içeren bir dizi öneri şöyle;
Zaman Yönetin Eğitimi Alın
(Zamanını yönetmeyi bilmeyenlerin terakki ettiğine ve sağlıklı kaldığında dair bir örnek yok)
Teheccüd ve Huşûʾ
Namaz, kişiyle Yaratıcı arasında bir “kalp akışı” kurulmasını sağlar.
“Kişi için en hayırlı amel, vaktinde kılınan namazdır.” (Buhârî, İmâre 3) hadisi, düzenli ibadetin ruhî şifâdaki önemini vurgular.
Zikir ve Allah’ı Anma (Ḏikrullah)
“Ümmetimin en hayırlısı, Allah’ı çok anandır.” (Tirmizî, Zühd 38) hadisi ışığında, günde en az 100 kez “Lâ ilâhe illâllah” tekrarı; kalbe nûr akar, zihinsel kirlilik azalır.
Kur’ân-ı Kerim’de “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d 13:28) buyrulur.
Celcelutiye okunabilir.
Cevşen okunabilir.
Düzenli olarak farklı tefsir ve hadis kitapları okunmalı.
Günde 3 saat ilim, irşad ve tebliğ ile meşgul olunmalı.
4. Gönüllü Farkındalık (Fasting) – Dijital Oruc
Haftada bir tam gün ekranlardan uzak durarak “dijital oruç” tut.
Hz. Peygamber’in “Oruç sabrın yarısıdır. Sabır ise, îmanın yarısı...” ve ‘‘Mâlâyânîyi (faydasız söz ve lüzumsuz işleri) terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.’’ sözleri kalp temizliğinde iradenin gücünü hatırlatır.
5. Tabiatla Yeniden Bağ Kurma
Doğada kısa yürüyüşler, şuura hizmet eder: “Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefislerinizde birçok alametler vardır…” (Zâriyât 51:20)
Toprak, su ve rüzgârın dilinden “ayetleri” okumak, sanal kirlilikten arındırır.
6. Kalp Merkezli Meditasyon
Kalbin iç âlemine yönel: 10 -15 dk sessizlikte “Ya Basîr”, “Ya Şâfîʿ” gibi Esmalar ile zikre yoğunlaşılabilir.
Bu, zihnin dış uyarılardan arınarak ruhsal yeniden kodlanmayı hızlandırır.
7. Sağlıklı Sosyal İlişkiler & Vâkıf Topluluklar
İçinde Kur’ân okunan, zikir yapılan bir ilim/hedef grubu bulunmalı.
“Kuşkusuz ki, din nasihattır. Kuşkusuz ki, din nasihattır. Kuşkusuz ki, din nasihattır.’’ ve ‘‘…Kim cemaatten bir karış ayrılır ve ölürse (ölümü) cahiliye ölümü olur!”hadisleri, doğru topluluk seçiminin ruh sağlığına etkisini örnekler.
8. Profesyonel Destek ile Bütüncül Yaklaşım
Madde ve mana dengesini bilen bir danışman veya tasavvuf rehberinden düzenli olarak mentorluk alın. Her insan özeldir. Özel yollar gerekir.
Gerekirse modern psikoterapi teknikleri (CBT, MBSR) ile manevi pratikleri birleştirerek sağlıklı bir denge kurun. Ve ayet-şeriat temelli hareket edin.
Daha birçok madde daha eklenebilir. Ama her insanın kendine göre durumları ayrı ayrıdır. Temel olarak bu maddeler ekseninde sizler kendinize göre şekillendirebilirsiniz.
Kaynaklar: Mustafa Merter, J. Twenge, R. Funk, James Olds, Peter Milner, T. Mulholland, M. Smith, A. Gevins, Jerome Singer, R. Kubey, M. Csikszentmihalyi,
‘’Kızımı Sana Vermem’ demişti…
‘‘Müslüman olalı sekiz ay olmuştu. Siyahî biriydi. Evlenmek istiyordu. Evlilik için çaldığı tüm kapılar yüzüne kapanmıştı. Ümitsizliğe düştü. Belki de bu kara teni, bu çirkin hali (sözde hoş görülmeyen) kendisinin cennete gitmesine de engel olacaktı. Kararmış hayallerini ona (aleyhissalâtu vesselam) anlatmaya karar verdi. Önce kara bahtına yazgı sandığı kara teninden söz etti.
“Ey Allah’ın Resûlü! Rengimin siyahlığı, çirkinliğim cennete girmeme engel olur mu?”
Allah Resûlü duygulandı. Rabbin huzurundaki sonsuz eşitliği söyledi. Rahatladı genç. Demek Allah kimseyi fiziği ile değerlendirmiyordu. Saad, başka bir derdini de söyledi:
“Bana kimse evlenmek için kızını vermiyor.”
Efendimiz, cemaate sordu:
“İçinizde Âmir bin Veheb yok mu?”
“Yok” dediler.
Peygamberimiz Saad’a buyurdu:
“Âmir bin Veheb’e git. Peygamberimiz beni kendine damat yapmanı istiyor de.”
Saad, mutluluk içinde Âmir bin Veheb’e gitti. Allah Resûlü’nün isteğini belirtti. Âmir, bu isteği şiddetle reddetti. Babası ile Saad’ın konuşmalarını dinleyen genç kız babasına itiraz etti:
“Baba sen ne yapıyorsun? Onu gönderen Allah’ın peygamberi. Bu yaptığın için vahiy gelebilir. Git özür dile, isteğini kabul et.”
Genç kız, sınavı vermiş, babasını da düştüğü yanlıştan kurtarmıştı. Peygamberimize koşan Âmir dedi ki:
“Ey Allah’ın Resûlü! Onun senin tarafından geldiğine inanmamıştım. Tövbe ediyorum. Kızımı da veriyorum.”
Peygamber Efendimiz aleyhissalâtu vesselam, Saad’a evlilik için hazırlık yapmasını söyledi. Saad durumunu belirtti:
“Yâ Rasûlallah mehir verecek param yok ki...”
Allah Resûlü buyurdu:
“Gerekli parayı Ali, Osman ve Abdurrahman’dan al!”
Can dostlar gerekli parayı Saad’a verdiler. Saad, alışveriş için çarşıya çıkmıştı. Birden Allah Resûlü’nün cihad için duyuru yaptırdığını duydu. Alışverişten vazgeçerek o para ile kendisine at ve kılıç aldı.
İslâm ordusu Medine kenarında savaş için toplanmıştı. Uzaktan biri geldi. Peygamber Efendimiz sordu:
“Sen Saad mısın?”
Saad, başka bir düğüne gitmenin sevinci içinde “Evet!” dedi.
Savaş bitmişti... Peygamber Efendimiz şehitlerin arasında üzgün bir halde dolaşırken Saad’ı gördü. Eğildi, başını kucağına alıp, kara yüzündeki tozu toprağı sildi. Saad’a önce baktı ağladı, sonra tebessüm etti, sonra yüzünü başka tarafa çevirdi. Orada bulunan Ebû Lübâbe’nin gözünden kaçmadı bu durum. Hemen sordu. “Ey Allah’ın Resûlü, Saad’a önce bakıp ağladınız, sonra güldünüz, sonra yüzünüzü çevirdiniz?”
Şehidin gönül yaralarını bilen sır dostu Saad’ına baktığı zaman gösterdiği üç durumu açıkladı:
“Saad’a olan sevgimden dolayı ağladım. Onu Kevser Havuzu’na doğru uçarken görünce güldüm. Sonra hurilerin etrafını aldığını görünce de yüzümü başka tarafa çevirdim.”
Peygamber Efendimiz aleyhissalâtu vesselam, kara teninden dolayı Saad’a, kızını vermek istemeyen Veheb’e haber gönderdi:
“Şimdi gidip Veheb’e söyleyin. Allah Saad’ı kendi kızından daha hayırlıları ile evlendirdi.” (N. Çeleğen)
Bu Dizide Anlatılanlar Gerçek Olabilir mi?
"Zero Day", Robert De Niro'nun başrolde olduğu dizi, gerçekçi siber güvenlik tehditlerini bazı kurgusal öğelerle birleştirerek dramatik bir şekilde anlatıyor. Diziye dair bir yazılım araştırma mühendisi, diziyi analiz ederek gerçek dünya olaylarına dayanan üç olası siber tehdit ve şu anda gerçekçi olmayan üç tehdit belirlemiş.
Dizideki bazı siber saldırı unsurları gerçekçi, bazıları ise bilim kurguya kaçıyor.
Gerçekçi tehditler: kritik altyapıya saldırılar, silahlandırılmış kötü amaçlı yazılımlar ve tedarik zinciri saldırıları.
Abartılı unsurlar: anında sistem çöküşleri, birkaç tuşla tam kontrol, durdurulamaz süper virüs.
AI destekli saldırılar ve otonom kötü amaçlı yazılımlar gelecekte gerçek olabilir.
Geçmişe dair birkaç örnek:
Örnek: 2021 Colonial Pipeline ransomware saldırısı, ABD'deki en büyük yakıt boru hattını kapattı ve gaz kıtlığına yol açtı. Bu tür saldırılar, enerji şebekeleri, su temini ve hastaneler gibi kritik hizmetleri hedef alabilir.
Örnek: Stuxnet, İran'ın nükleer santrifüjlerine zarar vermek için kullanılan son derece sofistike bir siber silah olarak bilinir. Dizi, benzer şekilde bir ulusun güvenliğini hedef alan saldırılar öneriyor.
Örnek: 2017 NotPetya saldırısı, Ukrayna'daki bir yazılım güncellemesi üzerinden yayıldı ve dünya çapında milyarlarca dolara mal oldu. Dizi, sahte yazılımlar aracılığıyla yayılan saldırıları tasvir ediyor.
Bu saldırı türleri gerçek hayatta da gerçekleşmektedir ve siber güvenlik uzmanları tarafından sürekli olarak analiz edilmektedir.
Dizi, bu tür saldırıların nasıl gerçekleşebileceğine dair gerçekçi senaryolar sunarak izleyicilere siber tehditlerin ciddiyetini aktarmaktadır.
"Zero Day"deki Gerçekçi Olmayan Siber Tehditler
Anlık ve eşzamanlı sistem çöküşü:
Gerçek dünya siber saldırıları genellikle bu kadar hassas ve hızlı yayılmaz.
Kritik altyapıyı sağlayan çoklu tedarikçiler bu senaryoyu olası kılmaz.
Birkaç tuş vuruşuyla tam kontrol:
Siber saldırılar genellikle haftalarca, aylarca veya yıllarca süren kapsamlı hazırlık gerektirir.
Kritik altyapıya sızmak, sadece komut yazmaktan çok daha karmaşık süreçler içerir.
Durdurulamaz süper virüs:
Hiçbir siber saldırı gerçekte tamamen önlenemez veya durdurulamaz değildir.
En yıkıcı kötücül yazılımlar bile çeşitli önlemlerle etkisiz hale getirilebilir.
Potansiyel Gelecek Gelişmeler
Yapay zeka destekli saldırılar ve otonom kötücül yazılımlar, kurgusal öğeleri gerçeğe yaklaştırabilir.
Yapay zeka destekli hackleme araçları şimdiden tehdit ortamını yeniden şekillendirmektedir.
Hükümetler ve devlet aktörleri siber savaş yeteneklerine yatırım yapmaktadır.
Çıkarımlar ve Dersler
"Zero Day", dijital altyapının kırılganlığını etkili bir şekilde vurgulamaktadır.
Fidye yazılımı, kritik altyapı saldırıları ve yapay zeka destekli siber suçlar gibi gerçek dünya tehditleri dikkat gerektirmektedir.
Dizi, farkındalık ve hazırlıklı olma ihtiyacını vurgulayan bir uyarı niteliğindedir.
Hem gerçek dünya olayları hem de kurgusal uyarılar, siber güvenlik profesyonelleri ve günlük kullanıcılar için değerli dersler sunabilir.
Sam Altman: Günde 15 Saat Oruç Tutarım
Yapay zekanın mimarlarından OPENAL CEO’su Sam’ın bu makalesini bir arkadaşla paylaştığımda, ‘adam belli ölçüde müslüman gibi yaşıyor, resmen kendimden utandım’ demişti.
Ne yazık ki, müslüman olmayanlardaki müminlik sıfatı o kişileri alıp yukarı çıkarırken, müslümanlardaki münafıklık sıfatı ise müminleri aşağı çekmeye devam eder.
Sam bu makalede kişisel hayatındaki bazı verimlilik ipuçlarını paylaşmış. Yıllardır herkesin bildiği meseleler ama yinede hatırlatma babanında tekrar yer vereyim istedim.
Yazarın bazı tavsiyelerine katılmasamda genel olarak, kariyer gelişiminde bileşik büyümenin önemini, doğru görevleri seçmeyi ve iş ile özel hayat arasında denge kurmanın önemini vurguluyor.
Küçük üretkenlik artışları zamanla katlanarak büyür ve uzun vadede önemli farklılıklara yol açar.
Üzerinde çalışılacak doğru şeyi seçmek çok önemlidir ve genellikle gözden kaçırılır.
Bağımsız düşünce ve güçlü inançlar geliştirmek değerlidir.
Çalışma Stratejileri
Görevleri önceliklendirmek ve zamanı etkili yönetmek için listeler kullanın.
Önemli görevleri tamamlayarak momentum oluşturmaya odaklanın.
Önemli olmayan aktivitelere hayır demekte acımasız olun.
Toplantıları ya 15-20 dakika ya da 2 saat olarak planlayın. 1 saatlik varsayılan genellikle yanlıştır ve çok fazla zaman kaybına yol açar.
Günün farklı zamanlarını farklı türdeki işler için ayırın.
Günün farklı zamanlarını farklı işler için kullanmaya çalışıyorum. Sabahın ilk birkaç saati kesinlikle günün en üretken zamanım, bu yüzden kimsenin o saatte bir şey planlamasına izin vermiyorum. Öğleden sonra toplantı yapmaya çalışıyorum. Dikkatimin dağılmaya başladığını hissettiğimde ara veriyorum veya görev değiştiriyorum.
Fiziksel Faktörler
Uyku, üretkenlik için en önemli fiziksel faktördür.
Egzersiz, özellikle ağır ağırlık kaldırma ve yüksek yoğunluklu interval antrenmanı faydalıdır.
Çok nadiren kahvaltı yaparım, bu yüzden çoğu gün yaklaşık 15 saat oruç tutuyorum
Çalışma Alanı ve Araçlar
Doğal ışık, sessiz ortam ve konfor, üretken bir çalışma alanı için esastır.
Özel yazılımlar ve klavye kısayolları verimliliği artırabilir.
Denge ve İyi Oluş
Şans eseri karşılaşmalara ve yeni insanlara yer açmak için programda yeterli alan bırakılmalıdır.
Üretkenlik uğruna aile, arkadaşlar ve kişisel ilgi alanlarını ihmal etmekten kaçının.
Biraz fazla iş yüklenmek verimliliği artırabilir, ancak aşırı iş yükü zararlıdır.
Yanlış yönde üretkenlik değersizdir; doğru problemler üzerinde çalışmaya odaklanın.
Kişisel İçgörüler
Yazar, önemsediği konular üzerinde çalışmanın üretkenliği önemli ölçüde artırdığını fark etmiştir.
Akıllı, üretken ve pozitif insanlarla çevrelenmek faydalıdır.
‘‘Çoğu insan gibi ben de bazen hiçbir şey yapmak için motivasyonumun olmadığı bir veya iki haftalık dönemler geçiriyorum (bunun beslenmeyle ilgili olabileceğinden şüpheleniyorum).’’
"Önemli işleri bitir", "Aptalca işlere zaman harcama" ve "çok sayıda liste yap" prensipleri benimsenmelidir.
Zenginler Nasıl Vergi Kaçırıyor?
Makale, Amerika'nın en zengin kesiminin muazzam servetlerine rağmen gelir vergisini nasıl çok az ödediklerini veya hiç ödemediklerini ortaya koyuyor. Milyarderlerin vergi oranları ile sıradan Amerikalıların vergi oranları arasındaki çarpıcı farkı gözler önüne seren makale, ultra zenginlerin vergi yüklerini minimize etmek için kullandıkları çeşitli stratejileri ele alıyor.
Jeff Bezos, Elon Musk ve Warren Buffett gibi birçok milyarder, bazı yıllarda federal gelir vergisi ödemedi veya çok az ödedi.
Analiz, Amerika'nın en zengin 25 kişisinin 2014-2018 yılları arasında sadece %3,4'lük gerçek bir vergi oranı ödedi.
Milyarderler genellikle şirket hisselerini ellerinde tutarak ve servetlerine karşı borç alarak gelir bazlı vergilendirmeden kaçınıyorlar.
Milyarderlerin servetinin önemli bir kısmını oluşturan gerçekleşmemiş kazançlar, varlıklar satılana kadar vergilendirilmiyor.
Bazı ultra zenginler, vergi kaçınma stratejisi olarak kredileri kullanıyor; vergilendirilebilir gelir oluşturmadan yaşam tarzlarını finanse etmek için varlıklarına karşı borç alıyorlar.
Orta sınıf Amerikalılar tipik olarak gelirlerinin milyarderlere kıyasla çok daha yüksek bir yüzdesini vergi olarak ödüyor.
ABD vergi sistemi, 1920'de Yüksek Mahkeme kararıyla belirlenen, gelirin yalnızca "gerçekleştiğinde" vergilendirilmesi ilkesine dayanıyor.
Kurumsal vergi kaçınma ve hayır amaçlı bağışların kullanımı, zenginlerin vergi yükünü daha da azaltıyor.
Ölüm anında gerçekleşmemiş kazançları yakalamak için tasarlanan veraset vergisi, çeşitli trust düzenlemeleri ve hayırsever vakıflar aracılığıyla sıkça atlatılabiliyor.
Gelir vergisi başlangıçta en zengin Amerikalılar üzerine düşecek şekilde tasarlanmıştı, ancak zamanla evrim geçirdi.
Son dönemdeki siyasi tartışmalar, servet vergileri ve gerçekleşmemiş sermaye kazançlarının vergilendirilmesi gibi potansiyel vergi reformlarına odaklanıyor.
Bu ifşaatlar, ABD vergi sisteminin adil olduğu ve zenginlerin paylarına düşeni ödediği fikrini sarsıyor.
Ultra zenginlerin vergi kaçınma stratejileri, servet eşitsizliği ve hükümet finansmanı üzerinde önemli etkilere sahip.
Makale, mevcut sistemin vergilendirmenin algılanan adaletini zedelediğini ve bunun vergi sisteminin işleyişi için hayati önem taşıdığını savunuyor.
Z Kuşağına Liderlik Etmek: Yeni Neslin Potansiyelini Keşfedin
Z Kuşağı, teknoloji ile iç içe büyüyen, şeffaflık ve çeşitliliğe önem veren bir nesil olduğu için 40 yaş üst yöneticiler bu kuşağı ciddi şekilde yönetmekte zorlanıyorlar. Şirketlere danışmanlık, bireylere mentorluk yaptığım için, yıllar içerisinde bu durumu çok net örneklerle görme imkanı oldu. Birçok şirket zaman geçtikçe daha fazla personel sorunu yaşamaya başladı. (Misal bir şirkette son 6 ayda en az 6-7 personel değişimi oldu ve birçok önlem işe yaramıyor)
Eğer bu kuşağı anlamak gerçek anlamda ortay bir emek koyulmaz ise sadece şirketler değil, anne babalarda evlatlarını kaybetmeye doğru gidiyor. Allah muhafaza.
HBR’de yer alan bu makalede konuya kısmi olarak değinildiği için bültende de yer vermek istedim.
Teknolojinin içine doğmuş ve dijital bir dünyada büyümüşlerdir.
Şeffaflık, çeşitlilik ve esneklik gibi değerlere öncelik verirler.
Adaptasyon yetenekleri güçlüdür ve hızlı teknolojik gelişimlere duyarlıdırlar.
Pandemi döneminde uzaktan çalışmaya en hızlı uyum sağlayan grup olmuşlardır.
Z Kuşağına Yönelik Liderlik Yaklaşımları
Şeffaf ve anlam odaklı iletişim kurulmalıdır.
Teknolojiye entegre olunmalıdır.
Çeşitlilik ve dahiliyet desteklenmelidir.
Mentorluk ve gelişim fırsatları sunulmalıdır.
Esnek çalışma modelleri uygulanmalıdır.
Ekip başarısını vurgulayan oyunlaştırma teknikleri kullanılmalıdır.
Liderlik Stratejilerinin Önemi
Çeşitliliği destekleyen ekipler daha yenilikçi fikirler geliştirir.
Düzenli geri bildirim ve birebir görüşmeler, çalışanların kendilerini değerli hissetmesini sağlar.
Esnek çalışma modelleri, iş-yaşam dengesi beklentilerini karşılar ve verimliliği artırır.
Ergenlik ve Adolescence
Bizim yaşlardaki ergenlik kavramı günümüze göre çok daha kolaydı denebilir. Son 15-20 yıldaki nesil, ailelerin kontrolünün minimize olduğu ve ciddi psikozlar yaşadığı bir evre geçiriyor.
Şahsi olarak ergenlik denilen kavramı doğru bulmamakla birlikte, toplumun ve uydurulan bilimsel verilerin kabul edilmesi nedeniyle, konuyu bu noktadan ele alarak anlatmakta fayda var.
Yazar, Netflix'in "Adolescence" adlı mini dizisi üzerinden, ergenlerin karşılaştığı zorluklar, toplumsal cinsiyet normları, aile dinamikleri ve dijital dünyanın etkileri ele alınıyor. Özellikle erkek çocuklarının kimlik oluşumu, kırılgan erkeklik kavramı ve bunun potansiyel sonuçları inceleniyor. Ayrıca, ebeveynlerin rolü, psikolojik destek ve toplumsal faktörlerin önemi vurgulanıyor.
Netflix'in "Adolescence" dizisi, 13 yaşındaki Jamie Miller'ın bir sınıf arkadaşını öldürmekle suçlanmasını konu alıyor.
Dizi, erkek çocuklarının büyüdüğü sosyal iklimi, dijital dünyanın etkilerini ve kimlik karmaşasının sonuçlarını ele alıyor.
Jamie karakteri, ergenliğin sancılı kimlik arayışı içinde kırılgan erkekliğin nasıl şekillendiğini gösteriyor.
Dizi, yalnızca bireysel bir trajediyi değil, erkekliğin inşası ve toplumsal sorgulamayı da sunuyor.
Erkeklik ve Toplumsal Baskılar
Erkeklik, güç, başarı, fiziksel dayanıklılık gibi kriterlerle ölçülen bir performans olarak görülüyor.
Jamie, toplumsal cinsiyet normları doğrultusunda "ideal erkek" olma baskısını hissediyor.
Erkeklik performansı, erkekleri kırılgan hale getiriyor ve duygusal ihtiyaçlarını ifade etmekte zorlanmalarına neden oluyor.
Dijital Dünya ve Radikalleşme
Sosyal medyanın sunduğu rol modeller ve dijital topluluklar, ergenlerin yönünü saptırabilir.
Jamie'nin çevrimiçi maruz kaldığı toksik erkeklik ideolojileri, suçla olan ilişkisini anlamada önemli bir rol oynuyor.
İncel toplulukları gibi gruplar, kırılgan erkeklere güçlü hissettirecek bir söylem sunarak onları etkileyebilir.
Aile Dinamikleri ve Ebeveynlik
Aile ortamı, kişiliğin şekillenmesinde önemli bir etken olsa da, tek belirleyici faktör değildir.
Jamie'nin babası, erkeklik normlarının içine hapsolmuş biri olarak, oğlunu incitebiliyor.
Ebeveynlerin, ergenlikteki davranış değişikliklerini gözlemlemeleri ve çocuklarıyla açık iletişim kurmaları önemlidir.
Psikolojik Destek ve İyileşme Potansiyeli
Jamie'nin psikologla kurduğu ilişki, güvenli bağların önemini gösteriyor.
Destekleyici ortamlar ve güvenli bağlar, bir ergenin iyileşmesi için hayati öneme sahiptir.
Bazen bir öğretmen, akraba veya arkadaş grubu da benzer bir güven hissini sağlayabilir.
Toplumsal Sorumluluk ve Sistemik Dinamikler
Jamie'nin hikayesi, sadece bireysel bir mesele değil, toplumsal yapı ve çevresel dinamiklerin bir sonucudur.
Dizi, suçlu ilan edilen bir çocuğun aslında toplumun farklı katmanlarının birleşim noktasında duran bir figür olduğunu hatırlatıyor.
Bir suçun arkasındaki karmaşık dinamikleri anlamak, toplumu da sorgulamayı gerektirir.
Not: Dizi, senaryo ve konunun işleyişi noktasında çok kötü bir puan sergiliyor. Açıkçası dizinin abartıldığı düşüncesindeyim. Diyalogların zayıflığından, bağlamların eksikliğine kadar birçok noksanlıklar mevcut. Sadece günümüz teknoloji zorbalığı açısından verdiği mesaj kritik edilebilir. Ancak, konu çok daha iyi ve geniş işlenebilir ve çok ciddi mesajlar aktarılabilirdi.
Beyin Göçü: Akıllı Telefon ve Bilişsel Kapasite
Yapılan bir bilimsel çalışmaya göre, telefonunuzu masanızda veya cebinizde bulundurmak -kullanmasanız bile- bilişsel performansınızı zayıflatır.
Çalışma hafızanızı ve akıcı zekanızı en üst düzeye çıkarmak için başka bir odaya konması gerektiği üzerinde duruyor.
Çalışma, kişinin kendi akıllı telefonunun varlığının, telefon kullanılmadığında bile bilişsel performansı nasıl etkileyebileceğini araştırıyor.
Araştırmacılar, akıllı telefonların sınırlı kapasiteli bilişsel kaynakları işgal edebileceğini ve diğer görevler için daha az kaynak bırakabileceğini öne sürüyor.
Araştırmacılar, akıllı telefon gibi son derece kişisel olarak alakalı bir cihazın varlığının, bir kişi aktif olarak kullanmasa bile cihaza dikkati engellemek için gereken sınırlı bilişsel kaynakları işgal edebileceğini savunuyorlar.
Bu "beyin göçü" etkisi, bu alan genel bilişsel kaynakları gerektiren görevlerdeki performansı zayıflatabilir.
55 Yaşındaki Genç
Brockie, genç görünen 55 yaşındaki Harvard Genetik Profesörü David Sinclair’in daha genç görünmek ve ömrünü uzatmak için tartışmalı sırlarını derlemiş.
‘‘Yaşlanma, şu ana faktörlerle hızlanır:
• Toksin yüklenmesi ve besin eksiklikleri
• Hormonal bozulma
• Bağırsak iltihabı
• Kötü uyku ve iyileşme
• Egzersiz eksikliği
Gelelim neler önerdiğine!
1/ Nefessiz kalana kadar egzersiz yapın
Sinclair, orta düzeyde, sabit tempolu egzersizin vücudunuzu tembel bıraktığını savunuyor.
Bu yüzden, haftada 3 kez kendinizi tükenmişlik sınırına kadar zorlamanızı öneriyor.
O nefessiz kalma bölgesine ulaşmak şunları yapabilir:
• Dayanıklılığı artırır
• Dolaşımı güçlendirir
• Yaşlanmayla savaşan kimyasalları serbest bırakır
2/ Resveraltrol gibi antioksidan molekülleri tüketin
Sinclair, her gün resveratrol takviyesi almanızı öneriyor.
Bu, daha hızlı DNA onarımı sağlar ve iltihabı azaltır.
Daha iyi emilim için YOĞURT ile birlikte almayı öneriyor.
Ancak marketten alınan yoğurt zayıf ve etkisiz.
Evde ekstra probiyotikler içeren kendi yoğurdunuzu yapın.
3/Aralıklı Oruç
David, kendini günlük 6 saatlik bir yemek penceresiyle kısıtlıyor.
Kahvaltı? Onu tamamen atlıyor.
Ona göre önemli olan ne yediğiniz değil, NE ZAMAN yediğiniz.
Ona göre, oruç sadece yağ yakmakla kalmaz, vücudunuzun yaşlanma karşıtı savunmalarını harekete geçirir.
David, vücudun stres tepkisini tetikleyen polifenol açısından zengin bitkiler tüketiyor.
Bunlar genellikle çaylarda, ıspanak gibi yapraklı yeşilliklerde, üzümde ve zeytinyağında bulunur.
Bu polifenoller, vücudunuzun normal yaşlanma mekanizmalarını engelleyerek vücudunuzun yaşlanmasını önler.
David tamamen şunları kesiyor:
• Şeker (yüksek kan şekeri yaşlanmayı hızlandırır)
• Ekmek (glikoz seviyelerini artırır ve bu da beyin sisine yol açar)
• İşlenmiş gıdalar (vücudunuzu zehirler)
Bunların vücudumuzu kirlettiğine, diyabet, kalp hastalığı ve hatta kanser gibi hastalıklara yol açtığına inanıyor.
4/ Takviyeleri değerlendirin
Geleneksel gıdaların tek başına yaşlanmayı yavaşlatmak için gereken biyolojik yükseltmeleri sağlayamayacağını savunuyor. İşte favorilerinden bazıları:
NMN - hücresel yakıt artırıcı
Fisetin - doku onarımı
Berberin veya Metformin (Metformin bir ilaçtır, hekim gözetiminde olmasını öneriyor!) - kan şekerini düşürebilir.
5/Metabolik kışı kendinize yaşatın
David’in "metabolik kış" adında ilginç bir hipotezi var; burada minimum kıyafetle dolaşıyor (kışın bile).
Soğuk terapiye maruz kalmak şunları yapabilir:
• Dolaşımı iyileştirir
• İltihabı azaltır ve
• Yağ kaybını hızlandırır (soğuk, ekstra kalori yakar)
Dr. David Sinclair, yaşlanmanın sadece doğal bir süreç olmadığını savunuyor—bu bir hastalık, ve ömrümüz içinde tedavi edilebilir ve edilecektir.
Şunu unutmayın:
Amaç sonsuza kadar yaşamak değil, altın yıllarımıza kadar harika görünmek ve hissetmek.’’
Liderlerin Kendi Kendilerine Sormaları Gereken 18 Soru
McKinsey’nin CEO Excellence: The Six Mindsets That Distinguish the Best Leaders from the Rest başlıklı kitaptan referansla oluşturduğu ve başarılı bir CEO’nun sahip olması gereken altı temel bakış açısına yönelik yaklaşım, bu yolda yürüyenlere ve yürümek isteyenlere faydalı bir perspektif sunuyor.
Altı temel bakış açısı ve her birine dair üçer sorudan oluşan “checklist” şöyle:
1. Yön belirleme
2. Yönetim kurulunu sürece katma
3. Paydaşlarla bağlantı kurma
4. Kişisel verimliliğini yönetme
5. Liderler üzerinden harekete geçirme
6. Kurumu hizalama
Yön Belirleme
· Kazanmayı tarifleyen açık ve çekici bir vizyonumuz var mı ve bu vizyon herkesçe paylaşılıyor mu? (Vizyon)
· Bizi rakiplerimizden ayrıştıracak, büyük adımlara dair bir kısa listemiz mevcut mu? (Strateji)
· Kaynaklarımızı en önemli önceliklerimizi dikkate alarak dağıtabiliyor ve bunu zorluklara karşı taviz vermeden yapabiliyor muyuz? (kaynak kullanımı)
Kurumu hizalama
· Stratejimizi daha etkin icra etmek için kültürel değişimin belirli alanlarını spesifik olarak hedefliyor muyuz? (Kültür)
· Organizasyonumuz, icranın hızını ve etkinliğini artıracak biçimde stabil ve çevik bir denge oluşturuyor mu? (Organizasyonel tasarım)
· Organizasyonumuzda en fazla değer oluşturan roller doğru yetkinlikler tarafından dolduruluyor mu ve liderlik hattımız güçlü mü? (Yetenek)
Liderler üzerinden harekete geçirme
· Liderlik ekibimiz boyut, birbirini destekleyen yetkinlikler ve düşünce yapısı olarak doğru noktada mı? (Ekip kurgusu)
· Liderlik ekibimiz sadece kendilerinin alabilecekleri kararlarda veriyi ve diyaloğu etkin kullanabiliyor mu? (Takım çalışması)
· Liderlik ekibimiz icrayı destekleyen ve sürprizleri azaltan bir şekilde uyumlu çalışabiliyor mu? (İcra ritmi)
Yönetim kurulunu sürece katma
· Yönetim kuruluyla tamamen şeffaflık üzerinden güveni temelli bir ilişki kurabiliyor muyum? (İlişki)
· Kurulda doğru profiller var mı ve onları yeterince eğitebiliyor muyuz? (Beceriler)
· Kurul toplantıları etkin ve geleceğe odaklı gerçekleşiyor mu? (Toplantı verimi)
Paydaşlarla bağlantı kurma
· Amacımız belli mi ve bunu işi yapış biçimimize yansıtabiliyor muyuz? (Amaç)
· Paydaşlarımızın ihtiyaçlarını net olarak anlıyor muyuz ve ortak bir zemin oluşturabiliyor muyuz? (Etkileşimler)
· Olası krizlere karşı bir senaryo oluşturduk mu ve riskleri fırsatlara dönüştürmeye hazır mıyız? (Risk yönetimi)
Kişisel verimliliğini yönetme
· Enerjimi ve zamanını etkin biçimde yönetebiliyor muyum? (Zaman yönetimi)
· Değerlerime ve inançlarıma uygun bir yönetim tarzım var mı? (Liderlik modeli)
· Pozisyonumu mütevazılıkla, başkalarına yardımcı olmakla ve gelişim odağıyla doldurabiliyor muyum? (Perspektif)
Yunnan'daki 7.8 Şiddetindeki Depremin Ardından Gökyüzünde Kan Kırmızısı Bir Güneş Göründü, Ardından Ülke Çapında Depremler Meydana Geldi
Yunnan'daki 7.8 büyüklüğündeki depremin ardından gökyüzünde kan kırmızısı bir güneşin belirmesi, halk arasında korku ve endişeye yol açtı. Bu olağanüstü olay, bilimsel açıklamalara rağmen birçok insanı rahatsız etti.
Kırmızı güneşin depremlerle bağlantılı olduğu düşüncesi, sosyal medyada tartışmalara neden oldu.
Meteoroloji uzmanları, kırmızı güneşin sebebinin ışık kırılması ve atmosferik dağılım olduğunu açıkladı.
Olayın alışılmadık olması, bazı internet kullanıcılarının bu durumu doğal bir fenomen olarak değerlendirmesine yol açtı.
Yunan'da görülen kan kırmızısı güneşin, büyük bir felaketin habercisi olabileceğine dair halk arasında yaygın bir inanış var.
Bir kişi, 5.2 büyüklüğündeki depremin ardından yaşadıklarını ve ikinci deprem deneyimini paylaştı.
Mart ayının sonunda gökyüzünde beliren dev bir kara bulutun, yılan gibi uzandığı ve bu olayın 20 dakika sürdüğü gözlemleniyor.
Pekin ve çevresinde, son zamanlarda birçok nadir göksel fenomen gözlemlendi.
Bu olağanüstü olaylar, genellikle önemli olayların veya hanedan değişikliklerinin habercisi olarak yorumlanıyor.
Birkaç Kitap
Merak Korkuyu Yener
Nörobilimci ve girişimci Anne‑Laure Le Cunff, deneysel zihniyet üzerine konuşuyor.
"Bir şeyi anlamadığınız her an, bu korku yaratmaz, merak yaratır. Deneysel bir zihniyete sahip olmak, başarısızlıkları öğrenebileceğiniz veri noktaları olarak görmek anlamına gelir."
Kaynak: Küçük Deneyler: Hedef Odaklı Bir Dünyada Özgürce Nasıl Yaşanır
Çıkarma Yoluyla Başarı
Çok satan kitapların yazarı Daniel H. Pink, seçici odaklanma üzerine yazıyor..
"Yapmamaya karar verdiğiniz şey, muhtemelen yapmaya karar verdiğiniz şeyden daha önemlidir."
Kaynak: Drive: Bizi Motive Eden Şey Hakkındaki Şaşırtıcı Gerçek
Çaba Bizi Tanımlar
Örgütsel psikolog Adam M. Grant, değerin ölçülmesi üzerine.
“Başarı bir insanı ölçmez; çaba ölçer.”
Kaynak: Vermek ve Almak: Başarıya Devrimci Bir Yaklaşım
&
Burada Nörobilimci Laure Cunff’ın kitabına kısaca temas etmek istiyorum. Verimlilik üzerine kurduğum sistemde sürekli olarak yeni isimlerle karşılaşmak mümkün oluyor. Laure’de bu mecralarda ilk piyasa çıkmaya başladığında denk gelmişti.
Üzerine koyarak ilerliyor. Henüz yolunca başında diyebiliriz. Ancak, batılılardaki sorumluluk bilinci yüksek olduğu için hemen verimli bir aşamaya geçebiliyorlar. Kısa sürede kitap yazmayıda böyle başarı diyebilirim. Bu kitapta ise öne çıkan bazı noktalar şöyle;
Yaşamın "arasında" olanlarla ilgili kaygıları, büyüme fırsatları olarak yeniden çerçevelendirin.
Başarıya dair sizi geride tutan yararsız inançlardan kurtulun.
Ertelemeyi düşmanınız olarak görmeyi bırakın ve onu harekete geçmek için bir pusulaya dönüştürün.
Gerilemelerin üstesinden zarafet ve dayanıklılıkla gelin.
Gerçekten kendi hırslarınızı yansıtan ve başka hiç kimseninkini yansıtmayan seçimler yapın.
Başkalarının ne düşündüğüne dair korkunuzu, toplum içinde öğrenerek yenin.
Kariyerinizde ve hayatınızda her zaman büyük kararlar alabilmenizi sağlayacak araç setine sahip olun.
Amacınızı bulma konusunda stres yapmayı bırakın ve bunun yerine yaşamaya başlayın.
‘Eğer önünüzdeki gerçeklere yanıt veriyorsanız…’
Bret Taylor bir zamanlar kendisini rahatsız eden bir haritalama uygulamasını yeniden yazmıştı. O hafta sonu Google Maps ortaya çıktı.
Bret için ilginç olan sadece Facebook, Salesforce ve OpenAI'daki yolu değil, aynı zamanda altındaki örüntüdür. İyi işler veya yazılımlar genellikle hızlı ve utanç verici bir şey olarak başlar; büyük bir vizyondan ziyade işe yaramayan bir şeye tepki olarak ortaya çıkarlar.
Şirketler benzer bir eğriyi takip eder. Sorunları alışılmadık yollarla çözerek başlarlar, sonra başlangıçtaki içgörüleri etrafında kademeli olarak sertleşirler.
Şimdi yapay zeka ile başka bir değişim görüyoruz: Yazılımın araç olarak kullanılmasından, yazılımın işbirlikçi olarak kullanılmasına doğru bir değişim.
En iyi sohbetler sizi bir şeyler inşa etmek istemeye bırakır. Bu sohbet bunu başardı.
"Eğer önünüzdeki gerçeklere yanıt veriyorsanız ve ilk prensiplerden hareketle düşünmüyorsanız... doğru stratejik kararı alma olasılığınız neredeyse sıfırdır." (Farnem S.)
Dinleyebilirsiniz: Apple Podcasts | Spotify | Web | YouTube
Erteleyenler Helak Oldu!
Sülemi der ki; Ruhun hastalıklardan olan;
(Sevaplı işler yapmayı) savsaklamak,
(ibadette) bezginlik,
(günahkarlıkta) ısrar,
(tövbeyi ve Allah'a yönelişi) erteleme,
ahirette kurtuluşa ereceğinden hemen hemen emin olma,
uzun emel ve istekler peşinde koşarken ecelin gelip çatıvereceğini pek aklına getirmemedir.
Çare
Bu durumdan kurtulmanın yolu, bana anlatılan şu sözlere kulak vermektir:
Hüseyin bin Yahya'nın Cafer el-Huldi'den duyduğuna göre, Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine sormuşlar: Kendini bütünüyle Allahü Teala'ya verebilmenin yolu nedir?
Cevap vermiş:
İnat ve ısrardan vazgeçiren bir tövbe,
ertelemeyi bıraktıran bir Allah korkusu,
ibadetlerini ve hayır işlerini yapmaya teşvik eden bir umuttur.
Ayrıca, her an Allah 'ı anıp zikretmek ve nefsini yaklaşan ecel ve uzaklaşan kurtuluş ümidiyle korkutmaktır.
Kendisine tekrar sorulmuş:
Kul bunu nasıl başarabilir?
Buyurmuşlar:
Allahın bir ve tek oluşunu hakkıyla hissederek çarpan bir yürekle.
&
Peygamberimiz aleyhisselam buyururlar: (Yapacağı şeyleri erteleyip) geri bırakanlar helak oldu!
İbn Ataullah İskenderi hazretleri şöyle der:
''İbadet etmeyi boş vakit bulma şartma bağlaman ve ertelemen, nefs-i emmfirenin alımaklığındandır.''
Haftanın Makaleleri
Altın Yükseliyor, Hazine Tahvilleri Çöküyor - Tüm Bunların Anlamı Ne?
Trump'ın ilk döneminden bu yana ABD-Çin arasındaki karşılıklı tarifelerin zaman çizelgesi
Doğum Sonrası Depresyon Belirtilerini Nasıl Tespit Edeceğinizi Mi Merak Ediyorsunuz?
Teknoloji devleri neden 'Fikri Mülkiyet Yasası'nı silmek istiyor?
Haftanın Yapay Zeka Manşetleri
OpenAI, ChatGPT'deki bellek özelliğine bir güncelleme getirdi: artık gelecekteki yanıtları daha iyi bilgilendirmek için geçmiş konuşmalarınızın tümüne, hatta manuel olarak kaydedilmemiş konuşmalarınıza bile başvurabilir.
MIT araştırması, yapay zekanın aslında değerleri olmadığını ortaya koyuyor.
Rapor, yapay zeka veri merkezlerinden gelen enerji taleplerinin 2030 yılına kadar dört katına çıkacağını söylüyor.
🔍 Yapay zeka tarafından oluşturulan görüntüler zihninizin nasıl çalıştığından yararlanabilir - işte sizi neden kandırdıkları ve bunları nasıl tespit edeceğiniz!
Haftanın Araçları
🎧 Google Illuminate: İçeriğinizi ilgi çekici yapay zeka tarafından oluşturulan sesli tartışmalara dönüştürün
📊 Dezbor: Yapay zeka ile ve kodlama olmadan kolayca panolar veya yönetici panelleri oluşturun.
🖥️ Screen Studio: Dakikalar içinde güzel ekran kayıtları oluşturun.
✅ Konveyör: Güvenlik belgelerini paylaşın ve %95'ten fazla doğru yapay zeka ile müşteri sorularını anında yanıtlayın.
🌍 Hello8: En son yapay zeka teknolojisi ile videolarınızı 29'dan fazla dile çevirin.
Bu haftalıkta bültenimizin sonuna geldik.
👉 Bültenimize sponsor olabilir, reklam verebilir, yıllık abone olarak maddi destek verebilir veya devam edebilmemiz için bağış yapabilirsiniz. Üç arkadaşınıza tavsiye vererekte bu bilgilerin onlara ulaşmasına vesile olabilirsiniz.
Bültene sponsor olabilir veya abone olarak destek verebilirsiniz