‘’Çağdaş yaşam ve sözde medeniyet’ sırılsıklam hastadır‘’
‘’İçinde var olmaya çalıştığımız modern toplum, “çağın ruhunu” oluşturan Batı medeniyetinin ritim vericiliği ile gittikçe daha fazla sayıda kadını “süper animus”lu(bir kadındaki erkek benliği) kadınlar hâline dönüştürüyor.
Modern kadın, zoraki giydirilmiş ve kendisine dar gelen o erkek kostümü içinde can çekişiyor. “Can çekişme” derken, mübalağa etmedim.
Çok sık gördüğümüz ve analizlerin de bizleri teyit ettiği gibi, cemâl yönlerini yaşayamayan kadın, sathi başarılarına rağmen(akademik kariyer, unvan, ticari kazanç, politik güç vb.), çok derin varoluş acıları çekip, ömür boyu “Can’ına hasret kalabilir. İdeal olan, kadının hem cemâl hem de celâl yönlerini, yaradılış yapısına uygun bir denge ile yaşayabilmesidir.
Tıpkı maço erkekte olduğu gibi, burada da terapinin gelişim yönü, o erkek rolünün monotonluğuna ve renksizliğine sıkışıp kalmış, ontolojik olarak daha dar bir alanda var olmaya çalışan kadını, kabul edebileceği cemâl yönleri ile tanıştırmak olabilir.
Erkek ise, bir yandan toplumun beklentileri gereği erkek rolünü oynarken, bir yandan da içindeki "animâsını(Erkekteki kadın benliği) keşfetme durumundadır. Animâsı veya cemâl yönleri ile buluşamamış bir erkek, tekâmülünü tamamlayamamış, yetersiz bir erkektir.
Gelişim süreci boyunca erkek, animâsım öncelikle "yansıtarak" keşfeder (kadın da animusunu). İnsan nesli için gerekli olan cinsler arası çekimin başlangıcı, bu "kendine olan hasrete" uzanır.
Süreç aslında narsisizm/ özseverlik gibi görünse de, işin aslı daha derinlere gider. Yani karşıtlıkların sentezi yapılmadan nefs katlarında yükselmek mümkün değildir. Celâl ve cemâl isimleri birleşmeden, animus anima ile "evlenmeden" içimizde huzuru, birliği, yani tevhidi bulamayız. Her insan, temel içgüdü olarak içinde "Can hasreti" yaşar; yani isimlerin, hâllerin birleştiği o ferdî tevhidi/birliği ister.
İşte insan bu nedenle insana yönelir: Karşısındaki insanda eksikliklerini tamamlar ve beraberce tekâmül ederler (co-evolutiorı). Sathi ve şehvani yönlerinin yanı sıra, kadın-erkek ilişkisinin derûnî yönü, anladığımız kadarıyla budur. Bu noktada konumuzu aydınlattığı için sizlere aşağıdaki hadis-i şerifleri sunuyorum.
“Mümin müminin aynasıdır.”
“Rabbim hâllerimi birleştir!”
(Tasavvuf büyüklerince nakledilen bu hadisin tam kaynağını bulamadık, ancak aynı manaya gelebilecek şöyle bir hadis geçmektedir: “Allahım, işlerimizi hayır üzerine birleştir.” (Beyhaki, Şuabul-İman, (thk: Abdülali Abdülhamid Hâmid), Riyad, 2003, VI, 383)
“Nefsini bilen Rabbini bilir.”
(Yukarıdaki manaya gelen rivayetin hadis olup olmadığı konusunda tartışma vardır. İbn Teymiye hadis olmadığını söylerken, İbn Arabi (ks) hadis olduğunu ve bu hadisi keşfen sahih gördüğünü söyleyerek Fusûsul Hikemin 7. Fass’ında açıklamasını yapar (Ebül alâ Afifi, Fusûsul Hikem Okumaları İçin Anahtar, İz Yay., 2000, s. 182); ayrıca T. Isutzunun Fusus’taki Anahtar Kavramlar kitabının 3. Bölümünde tahkik edilir, (bkz. a.g.e, s. 67). İmam Maverdî de, Edebüd-din ved-dünya adlı eserinde bu hadisin manasını destekleyen şöyle bir rivayete yer verir: “İnsanlardan Rabbini en iyi tanıyan kimdir?” diye sorulduğunda, Peygamberimiz (as), “Nefsini en iyi tanıyan kimsedir” diye cevap vermiştir. Ayrıca Suyûtînin bu hadis hakkında özel bir kitap yazması, bunun hadis ilmindeki yerini göstermesi açısından önemlidir.)
Birinci hadis-i şerifteki mümin, en geniş manada, “inanan insan” demektir. Yani Yaradanı bir nur odağı hâlinde tasavvur edersek mümin, yüzünü karanlıktan ve gölgeler âleminden Nur’a çeviren insan manasına gelir.
Kadın-erkek ilişkisine bakarsak, işte bu inanan varoluş konumundaki iki insan, mesela bir erkek ve kadın, karşılaştıkları zaman aynada birbirlerini görürler. Yani erkek, kadında kendi gizli kalmış yönünü -animasım- kadın da erkekte animus’unu müşahede eder, bir başka deyişle, daha derûni yönünü görür.
(Tabii ki insan insanda sadece celâl, cemâl ve animus/anima yönlerini görmez; bir de farkına varmadan “Canını görür ve yansıtır. Gerek kadın-erkek, gerekse hemcinsler arası ilişkilerde, ilişkinin belki de en derûni boyutu budur. “Belki de” dedim, çünkü bunun da ötesi varsa onu arifler bilirler.)
Eğer yüzler Rabbe yönelik değilse, müşahede görüşüne geçilemez. Nazar satıhta kalır ve insan insanı bir et yığını hâline indirger, onu sadece erotik bir cinsel sembol hâlinde görür. Hâlbuki amaç, yukarıda da belirttiğimiz gibi, “etlerin” hiçbir zaman mümkün olamayacak birleşmesi değil, hâllerin birleşmesidir.
Evet, meşru şartlar dâhilinde erotizm ve cinsellik yaşanır, insan neslinin devamı için yaşanması da gerekir; ama cinsellik, kadın-erkek beraberliğinin sadece çok sathi bir yönüdür. Bu nedenle, nazar görüşüne ve yüzeysel ten ilişkileri varoluş konumuna “hapsolmuş” insanlar, bir ömür boyu insan hasreti yaşarlar ve ne karşılarındaki insanı ne de kendilerini kurtaramayarak bu dünyadan göçüp giderler.
Kurtarma tabirini kullandım, çünkü her gerçek ilişki bir manada bizim kurtuluşumuzu temsil eder. İşte aklına tapan, tüm geleneklerimizi ve manevi yönlerimizi küçümseyip hiçe sayan Aydınlanma hareketinin insan üzerine yaptığı en kabul edilemez yıkım budur.
Freud ve diğer “mübarek aydınlar” ile başlayan ve insanı sadece maddi yapısına, yani cinselliğe indirgeyen psikoloji/felsefe/sosyoloji, adı her neyse, “sözde” medeniyet hareketi, hem erkekte hem de kadında “anima”yı yok olma aşamasına getirmiştir. Cemâl silinmiş, yani insanın “hassas iç ayarı” bozulmuş ve celâlden, şiddetin ağır bastığı ilkel bir medeniyet oluşmuş, neticede dünya yok olma aşamasına gelmiştir.
Bu “çağdaş yaşam” ve sözde medeniyet, sırılsıklam hastadır.
Binlerce senedir süregelen fıtri (creational!) ahengi ve ekolojik dengeyi bozan, işte bu kendi kendisine unutturulmuş ve “ince ayarı” bozulmuş, garip insandır.
İkinci hadis-i şerifte Efendimizin (sav) o anlatılmaz tevazusu ile bizlere işaret ettiği şey, ontolojik zaruret, yani tevhid arayışıdır. Tekâmülü, ilerlemeyi, ontolojik yükselmeyi istiyorsak; içimizdeki artıların eksilerle, isimlerin zıtlarıyla birleşmesi ve neticede bu isimlerin oluşturduğu hâllerin birleşmesi gerekir.
Bu manada insan doğumundan ölümüne kadar tevhid aşkıyla yanıp tutuşan bir varlıktır, ama ne yazık ki bazen evde kaybettiği teşbihini, ışık daha fazla diye pazar yerinde arar. (Nasreddin Hoca Efendi (ks) hazretlerine lütfen bir Fâtiha!)
Üçüncü hadis-i şerif, insan-Rabb ilişkisinin kemale doğru gelişmesi için bütün bu sürecin müşahede konumundan yaşanması gerekliliğine, alt bilinçdışındaki gölge ve komplekslerin, izleyen tanık bilinç tarafından-ki bu süreç nefs psikolojisine göre nefs-i levvâme konumundan itibaren başlar- ibret gözüyle yaşanmasının önemine dikkat çeker.
Yine psikoloji açısından son derece önemli bir başka hadis-i şerif ise, ‘’Ölmeden önce ölün’’ hadisidir. Yani ontolojik olarak yükselmemize ayak bağı olan alt bilinçdışının kompleksleri, gölgeler âleminin sakinleri ve bunlarla bağlantılı olan alt kişilikler, roller, persona’lar yavaş yavaş sahneden silinmedikçe ve sembolik manada ölmedikçe olgunlaşma olmaz.
Sisler içinde kalırız ve buzları çözücü olan o hayat verici İlahî güneşin ışıkları bize kısmen ulaşır. Hâlbuki seher vaktine doğru o rüzgâr esse ve sisler dağılsa, güneş tam manasıyla belirecek ve seyir/yolculuk başlayacaktır. İşte bizi o, izleyen/tanık bilinç konumuna götüren en muhteşem yollardan biri de rüyalar ve onların doğru yorumudur.’’(Jung, Merter, Verlag)